30 Aralık 2014 Salı

YAĞMUR BEREKETİ
Naldöken- Kavaklı-Sahil Ceylan yürüyüşü-14km
           Hava yağışlı. Yağmur ara sıra şiddetlenerek yağıyor cumartesi gününden.  “Afetsiz yağsın” diyorum sessizce annemi  anarak. Sel , heyelan su taşkınları yaşanmasın. Toprağımız , yeşilimiz su özlemiyle yanıyor. Kuraklık korkusu dağlıyor yürekleri. Yağmur bereketiyle gelsin.
            Ekibimiz yağışlı olsa da hava,  yollarda yine pazar sabahı. İki servisle çıkıyor yola Fethiye Dağcılık grubu. Seydikemer’den  yayla yoluna tırmanıyoruz . Yeşile, dağlara, ovalara tutkunuz. İçimiz titriyor doğanın hesapsızca kullanımı karşısında.
           Batı Torosların zirveleri karlı artık. Bulutlar tüllemekte zirveleri.  Geceden  yıkanmış bütün yeşiller. Hava  açılmış bizim için. Parça parça ak bulutlar dolaşıyor  masmavi  göklerde. Sarıyer’den yukarıya çıkıyor, en eski mola yerimiz “Kavaklı” tesislerini uykuda bırakıyoruz. Ören Çayı uzanıyor boylu boyunca köylerinin arasından ova dolusu. Çam kokulu yollar yağmur sonrası güneşle pırıl pırıl. Yapraklar incilenmiş damlacıklarla. Naldöken’de,  Karabel’e uzanan dağlarımızın böğrünü deşen asfalt taşı şantiyesi çirkinliği ile ortada. Yaklaşıyoruz şantiyeye, servislerden iniyoruz. Asfalt yolu bırakıyor göç yolunu buluyoruz.
            Çocukluğumun deve katarları, keçi- koyun sürüleri ile yayla göçleri uzanıyor önümde. Sesler var keçi koyun melemeleri, deve çanları, köpek  havlamaları ve çobanların bağırışları… Patikadan aşağı başlıyoruz yürüyüşe. Yayla yolu yukarılarda kalıyor. Orman serinliği ile ürperti içindeyiz. Yeşil umutlarımı yeşertmiş. Özlediğimiz sular coşmuş. Arklar sulu, dereler çağıl çağıl ; yağmur bereketi. Dört beş kilometre indikten sonra buluyoruz seyir tepemizi. Diziliyor, karşımızda yalçın kayalardan ak köpüklerle akan şelaleleri seyre dalıyoruz. Yağmur bereketi , diyorum yine. Geçen sene de yürümüştük bu parkuru, her yer kupkuruydu, görememiştik şelale sularını.
           Patikamız yer yer orman yolu olmuş. orman içinde yürümek başka büyülü. Tepeler yeşil, ağaçlar sık, dostlar keyifli. Kekik kokuları, kış içinde bahar coşkusu çimenler, çimenler arasında gül yüzlü papatyalar tek tük, bahar şaşkını laleler-anemonlar. Çamur bile keyif veriyor , sulu sulu. Arada bir de türkü tutturuyoruz top meşeleri gördükçe.  Sonra yeşiller içinde uzayıp giden Seydiler ovası. Ormanın sonu bol limon portakal ağaçlı köylere varıyor. Önce Sarısüleymanlar  Mahallesi evlerine ulaşıyoruz.  Sahil Ceylan evleri ekleniyor hemen. Zeytin bahçeleri  çam ormanı arasında. Sonra ekili tarlalar Ören Çayına  dayanıyor. Ören Çayı bir köprü ile geçit veriyor karşıya. Bu köprü köylülerden yol alamadığı için yayalara kalmış. Köylüler de geliyor karşımızdan. Köprüyü ortak kullanıyoruz. Karşıda dolmuşlarımız hazır bekliyor. 2014’ün son yürüyüşü  de bitiyor. Dinlenecek , Seydikemer’de Esinti’de soba başında sıcak çaylarımızla baş başa kalacağız.
       2014’ü geride bırakmanın buruk hüznü var yüreğimizde. “İyi Yıllar” diliyoruz bir birimize. Yeni yıl yeni umut demek. Yeni umutlara doğru koşmak istiyorum. 2014 acıları ile, yıkımları ve bitmek bilmez soruşturmaları, aklanan dosyaları, yolsuzlukları, şaibeli seçimleri, iptal edilen sınavları, iş kazaları ile geride kalıyor.   Ali İsmail Korkmaz’ın duruşmalarını, Berkin Elvan’ın yaşamını yitirmesini,  Soma’da  ölen 301 maden işçimizi, Mecidiyeköy’de  asansörde yere çakılan 10 işçimizi, gösterilerde ölen 36 canımızı, doğu illerinde ilan edilen sokağa çıkma yasağını, biber gazlarını tomaları, Yırca’da kesilen zeytin ağaçlarını Suriye’den göçleri, yanımızda yöremizde dökülen kanları… Doldurduk, yorduk  belleklerimizİ. Yeni yıl ile yeni umutlar gerekli, Birleşik Haziran Hareketi yeni bir umut örneğin. Omuz verelim Birleşik Haziran Hareketine.
            2015 yılına da “Hoş geldin” diyorum.yeni umutlarla yine yürüyelim dostlar. Doğa ile bir olup çiçeklerle karşılayalm baharları. Meyveye durup umut dağıtalım tüm insanlığa. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamaya ne dersiniz?
Yeni yılımız kutlu olsun!
Atiye KAÇAR
             
              





MEŞELERİMİZİ   KORUYAMIYORUZ
Üzümlü- Ece Beli- Kızılcaköy- Çayan, 11 km
              Fethiye Dağcılık grubu yürüyüşlere devam ediyor. Üç haftadır ben yürüyemedim ve yürümeyi; dağı taşı, yeşili, sarıyı, kekikleri otları, çalıları, ağaçları özledim. Uzun bir geziden dönmenin yorgunluğunu sevdiğim  dağlarda bırakabilirim ancak. Pazar sabahı böyle bir güzellikle uyanıyor,  yola çıkıyorum, kendimi de yenileyerek.Kırk beş kişi olmuşuz yine. Gül yüzlü dostlarla gülümseyerek merhabalaşıyor, gülüşlerle dolmuşlara biniyoruz. Rehberimiz sayıyı tutturdu  ki dolmuşlarımıza yol veriyor.
        Kış soğukları kırılıyor pırıl pırıl güneşle yavaşça. En kısa günü yaşamanın ayırımında da değiliz. Üzümlü  üzerini örten duman ve sisle kışı yoğun yaşıyor. Uykuda tüm evler. Çoğu yalnızlıkları ile ıssız. Kendi halinde dönüşümüzü beklesin çınar altı kahvemiz. Cadianda yoluna çıkıyor, servislerden iniyor, orman içine, patikaya dalıyoruz. Çam kokusu mantar kokusuna karışmış, bol oksijenle dinginliği yaşıyoruz. Sıralanmışız çamlar arasına, ala güneşle parlayan yaprakların yeşilden sarıya geçişine , renklerin dansına katılıyoruz.
               Kızılcaköy birkaç evi ile kendi halinde. Traktörü ile orman işçiliği yapan  birkaç köylü selamlıyor bizi. Civcivli  Ahmet Ağa’nın evi  asırlık zeytin ağacı ile bekliyor. Yıkılmaya yüz tutmuş,  terk edilmiş evlerin yanından geçiyoruz.Görkemli meşe ağaçlarının  süslediği geniş çayırlıkta koyun sürüsü otlamakta.  Yaklaşıyoruz meydana, meşe ağaçlarımız eksilmiş. Dört beş ağaç kökü kalmış toprakta öksüz. İçim yanıyor, geçen sene gölgesinde oturduğumuz, koca meşe ağaçları yok. Korkuyorum diğerleri de yok olacak. Bir çoban çadırı var, Esma ablanın çadırı. Koşuyorum  çadırın yanına. İki sene önce nişanlandğını öğrendiğimiz Seki’li Hülya çıkıyor çadırın önüne. Kucağında dünya tatlısı bir çocuk. Bir yaşında gül yüzüyle dost bütün insanlarla, yabancısı yok. Atlıyor kucağıma, üşüyecek. Esma Abla geliyor eşiyle. Meşeleri soruyorum: 2b arazisiymiş buralar, asırlık meşe ağaçlarının bulunduğu geniş arazi. Tapularını almışlar, kesip odun olarak satmışlar. Nasıl kıydınız, diyorum. Gülümsüyorlar zorla. Koruyamadık meşe ağaçlarını. Diğerlerini de koruyamayacağız. Tükeniyor meşelerimiz. Dikmediğimiz ağaçları kesmeyelim, emanet onlar bize. çocuklarımızın emaneti.. 1939’da defnedilen “Hasancıların Annesi, Akkız Topçu’nun mezarı yalnız kalacak.  Meşeler bırakıp gidiyor tek tek. Tutamıyoruz, yerine yenisini dikemiyoruz.
            Kütüklerle  Meşe ağaçlarının yasını tutuyoruz,   öğle yemeği molamızı veriyoruz. Çok yorulmadık ama  mola için en uygun yer burası. Öbekleşiyoruz, ateşimizi de yakıyoruz. Nilgün cezvesini ve kahvesini taşımış yine dağlara. Keskin bir kahve kokusu yayılıyor yemek sonrası. Sağ ol Nilgün, kahveler için. Hava bulutlanıyor, yağmur mu geliyor, kalkalım, yolumuza devam edelim.
             Öksüz meşe ağaçları ile düz ovayı,  koyunları,  çadırları  geride bırakıyoruz. Aklım, gönlüm ağaçlarda takılı. Saysam ağaçları, her sene kaç tane eksilecek baksam, değişen bir şey olur mu dostlar?
             Ormana dalıyoruz yeniden Çayan yönünde. Orman kokusu yeniliyor gönlümü. Çam ağaçları azalıyor. Yaban mersinleri, çalılar, kekikler, kokulu çiçekler ve kızıl gövdeleri ile sandal ağaçları. Meyvelerine uzanıyoruz. Çok tatlılar şimdi, tam olgunlaşmışlar.  Budamış köylülerimiz ağaçları, büyümelerine izin vermemişler.
              Yavaştan yağmur çiseliyor, nem kokusu ot , yaprak ve  mantar kokusu toprak kokusu ile harmanlanıyor.Renkler koyulaşıyor, gökyüzü gri artık.  esrik bir sis çökmüş  yeşilin koyusuna.Dağa serpilmişiz yaman bir inişteyiz Çıntar bulma umudu bitmiyor. Birden Ören Çayı görünüyor, dağlar arasından uzayıp gider ova boyunca.
        Molalarımız seyrekleşiyor, adımlar hızlanıyor,  köpek sesleri, ve koca zeytin ağaçları arasında Çayan köyüne iniyoruz.Hayvan gübresi kokusu da azaldı köylerimizde. Tavuklar dolaşıyor yine birkaç tane ev önlerinde. Çocuklar karşılıyor bizi meraklı bakışlarla. Konuşuyorum onlarla da ufuklarının genişlemesi gerekli.
        Yağmur hızlanıyor, Çayan köylüleri koruyor bizi yağmurdan.  Balkon altında bekliyoruz dolmuşlarımızı. Ovayı dolduran Ören çayı eşliğinde Ortaköye geliyoruz. Şimdi sararan bahçeler ve kanal eşliğinde Üzümlü yolundayız. Orman yolu kısa.  Sosyete köy diyeceğim Üzümlüye artık. Villalarla dolu köy köylükten çıkmış sanki. Kahveye geliyoruz, köy kahvesi.  Karayağız amcalar yanan sobanın çevresine oturmuş, okey oynanıyor masalarda. Kahve  çayları da çok özeldir, içimiz ısınıyor, kısa günün kısa yürüyüşü de keyifli. On bir kilometre gösteriyor adımsayarlarımız. Evlerimize gelene kadar hava kararıyor  yine. Atiye KAÇAR


25 Kasım 2014 Salı

DAĞ  ve   DENİZ
KİRME - YAĞLI- YAYLA KABAK - FARALYA YÜRÜYÜŞÜ- 23.11.2014
                     Pazar günleri doğa ile bütünleşme, kendimizi yenileme günümüz. Doğamıza saldırı haberlerinin bitmediği şu günlerde daha sıkı sarılıyoruz. Ağaçlarımız daha değerli, sularımız daha aziz. Dağlarımız daha öksüz.
          Taşyaka Mahallesi’nden tırmanırken Fethiye uzanıyor boylu boyunca. On on beş sene önce ovayı dolduran sera naylonu rahatsız ediyordu beni. Doğal ortamdan uzak, ilaç içinde yetişen ürünler ürkütüyordu. Pazarlarımızda mevsime göre sebze meyve döneminin  kapandığı yıllardı. Çocuklarımız doğal ortamı da göremeyeceği için bilemiyorlar artık hangi sebze- meyve yazlık, hangisi kışlık diyordum. Şimdi ekilebilecek alanları, ovamızı dolduran beton  yapılar daha da korkunç bir manzara. Çocuklarımız ekili alan göremeyecek.
                    Ovacık’a geliyoruz, orman içlerine kadar sokulan  yapılar izliyoruz iç acısıyla. Turizm sezonu bitmiş, villalar yalnızlaşmış, beton dikme mevsimi başlamış sanki. Ovacık’ı aşınca deniz uzanıyor boylu boyunca içimizi ferahlatıyor Akdeniz mavisi. Özgürlük tutkusu sonsuzlukla birleşiyor. Bir yanımıza denizi bir yanımıza dağımızı alıp yola devam ediyoruz. Kelebekler Vadisi bekliyor gizemi ile. Faralya evleri dumanlı, yeşiller sarı ile karışmış bahçelerde. Kirme’ye doğru  tırmanıştayız. Kirme denize bakan evleri ile sonbaharda ıssız, sessiz. Dolmuşları köy içinde bırakıyoruz, asırlık zeytin ağaçlarımıza selam veriyoruz. İşte o zeytinler hep var olduklarını haykırıyorlar kalın koca gövdeleri ile.
               Dağımız yalçın kayaları ile önümüzde. Denizimiz tüm enginliği ile uzanmakta.  Babadağ’ın arkasındayız. Tırmanışımız da başlıyor, yaylalara ulaşacağız tepeleri aşarak. Çam ağaçları gölgesinde, sararan yaprakları ile sakız ağaçları, menekişler, makilerle yürüyoruz. Zikzaklı Likya yolumuza dizilmişiz 55 kişi. Rehberimiz Yusuf Bey önde , artçımız Ümit Bey.  Ağır tırmanmalıyız, yorulmamalı  kalbimiz. Terleyenler var. Yeni yürüyüşçülerimiz katılmış aramıza. Alışmalı onlar da . Yedi yüzlü metrelerden başladık,bin üç yüzlü metrelere kadar tırmanıyoruz.  Deniz seviyesine, sıfır metreye ineceğiz.
       Yalçın kayalar önümüzde. Yukarıda gördüğümüz beli aşacağız. Çam ormanı arasında sandal ağaçları, sandal ağaçlarının kırmızı topicik meyveleri, adaçayları, kekikler derken tırmanış bitiyor. Tepeler arasında düzlükler, yaylalarımız başlıyor.  Yağlı, sıra sıra dikilmiş ahlatları, artık ekilemeyen tarlaları, yıkılmış evleri ile yalnızlaşmış. Geçen sene üç çoban yerleşkesi vardı; bu sene bir çadır kalmış. İneklerimizden sonra keçilerimiz de çiftliklerde yapay yemlerle üretilecek. Doğal ortamda yetişmiş hayvan sayımız gittikçe azalacak. Yağlı’da depremden önce yaşayanlar varmış ,şimdi  asıl yerleşim yerleri Karaağaç köyü imiş. Yağlı da hazine arazisi. Çoban sayısı azalmış.
       Orman içindeyiz yine. Ağaçlar yol veriyor, yalçın kayalar aralanıyor ve deniz çıkıyor ortaya birden. Deniz tüm çıplaklığı ile. Sayıyoruz adaları, koyları: Gemile, Soğuk Su, Darboğaz, Nikola Adası… Daha ötelerde Dalaman ve Göcek’e uzanan adalarımız. Rodos da seçiliyor, hava berrak bu gün. Deniz seyri ile fotoğraf çekimlerinden sonra dik bir iniş başlıyor yine zikzaklarla. Kelebek Vadisi yaklaşıyor, Faralya evleri ,  bahçeleri tepeden seyrediliyor kuşbakışı. Deniz uzuyor, keyif katlanıyor. Bu arada Faralya’nın yukarısında bıraktığımız birkaç top koca Meşe ağacına da sevgiyle bakıyoruz, biliyorum ki sayıları hızla azalmakta koca meşelerin. Denize paralel sürüyor bir ara yolumuz. Atlayacağız aşağıya… taşlar sağlam döşeli, kayarsak tutamaz kimse çabuk ineriz aşağıya. Denizin gizemli büyüsü yorgunluk bırakmıyor.
             Kayalarımızı mağaraları ile bırakarak iniyoruz tesisler arasında Faralya’ya , yol kenarında servislerimiz beklemekte. Beklemekte de deniz seyri ile çay keyfimiz de var. Şimdi gün batımını yollarda izleyebiliriz, Ölüdeniz’imizle.  Bol oksijenli dağlı denizli bir pazarımızı daha yaşamanın tatlı 

18 Kasım 2014 Salı

ÇINTAR  ÇINTAR   ÇINTAR

         Gece boyu yağan yağmur pırıl pırıl bir sabahı getirdi bu Pazar. Gönlüm de yeni umutlarda. Çıkıyorum sabahın erken saatlerinde yola. Fethiye Dağcılık yürüyüşçüleri toplanıyor sıcak merhabalarla . İki servisle çıkıyoruz yola. Mor pürenlerle donatılmış Üzümlü yolundayız,  güneş tüm çıplaklığı ile önümüzde, sağımızda yöremizde.
       Yunmuş arınmış doğa; Yaprak parlak, dal parlak, taşlar parlak. Sarılar, yeşiller, kızıllar hem çeşit çeşit hep parıl parıl parlak. Üzümlü   sararan sonbaharı ile uykuda. Bekir beli sabah ayazı ile ayakta. Arpacık mahallesi  yol ayırımında , Sandık’ta iniyoruz servislerden.  Teyzem giymiş lastik çizmeleri, dalmış ormana sabahtan, bir kova çıntarla karşılıyor bizi. Orman yeşili gülüşü içimi ısıtıyor. Bereketi yüklemiş gözlerine.
           Emin Bey’in elmaları poşetle dolaşıyor aramızda. Enerjimiz  yenileniyor. Arpacık Mahallesi’nin üzerinde ormana dalıyoruz. İnce bir patika  çevresine yayılmışız hemen. Nem kokusu, çam kokusu, su kokusu, ille de mantar kokusu.Tüm gözler çam pürçeklerinde, maki diplerinde. Çığlık çığlığa çıntar bulanlar. Ustaları  da var çıntar toplamanın, acemileri de. Önce ellerde birkaç çıntar hemen herkeste. Adımlar sıklaştıkça poşetler çıkarılıyor.
         Artçımız Ümit  hadi arkadaşlar, demeye yorulmuyor. Rehberimiz Yusuf Bey öncüleri durduramıyor. İlle de çıntar, her yer çıntar. Yağmur arkası fışkırmış mantarlar. Öbek öbek toplanmışlar. Bir bulan umutla coşuyor  pürçek kabartıları deşiliyor tek tek. Yol üstü yerler aranmalı. Zaman yok, yol uzun.
         Fethiye’nin ormanları eşsiz, korunmalı. Nif dağları da Fethiye’nin orman deposu. Yüksek çam ormanı içindeyiz. Yükseldikçe tepelere  ağaçlar da yükseliyor gökyüzüne, ara ara kesim yapılmış. Koca tomruklar uzanmış yamaç boyu, kabuklar soyuluyor,  özenle istif ediliyor. Çıntarcılar da karışmış orman işçileri arasına. Selamlaşıyoruz, torbalarında çıntarlar gülüyor bize.
          Tam yürüyüş ortamı. Yerler yorgan yumuşaklığında, güneş  alacalı uzanıyor  koca çam ağaçları yapraklarını parlatarak. Tepeleri aşıyor, tepeleri dolaşıyoruz. Vadilerde yağmur sularının derelerinde koca  çınarlar. Çınarlar  sarı kızıl yapraklı. Sonra meşeler başka kızıl top karşı yamaçlarda. Ya köy girişinde koca incirler sarı top olmuş sonbahar yaprakları ile. Yapraklar son günlerini yaşıyor dallarda. Çürüyecek, yeni bir yaşama toprak olacak. Patikadan  Belenkavağı’na geliyoruz. Terk edilmiş çocukluğumuzu saklayan sedirli, ağaç kapıları , pencereleri ve çökmeye hazır çatıları ile eski evler karşılıyor bizi. Sağır dilsiz olmuşlar şimdi yalnızlıklarıyla.
          Kavağımız asırlık, bir asır daha bekler mi bizi. Kol kanat gerecek çınarlarımız olmalı. Çınarın ardında çoban düzlükleri, yemyeşil.  
       Yemek molamız yılkı atlarını saklayan bir düzlükte. Asırlık çam ağaçları yol vermiş bir düzlük açmış. Ateş yakılıyor hemen. Çıntar kebabı yiyeceğiz.  Özenle temizliyoruz şişlere diziyoruz çıntarları. Birer lokma da olsa yiyeceğiz. Ateşe Nilgün yaklaşıyor sonra. Cezve taşımış, yemek üstüne kömürda Türk kahvesi pişiriyor. “kahveci güzeli” seçtik kendisini.
          Yemek sonrası toplanıyor, çıntarlarımızyaların yol verdiği yerler heycan verici. Yürüdükçe açılıyoruz. a fotoğraf çekiliyor yola düşüyoruz. Patikamız kayalar arasından geçiyor, düzlüklere iniyor, Çan sesleri saklı çalılar kızıl menekişler, çamlar arasında. Toprak yumuşak, çıntar toplama sevdamız bitmiyor, Çenger’e doğru iniyoruz. Güneş tüm güzelliğini vermiş doğamıza. Kış ayları yeni başlamışken bahar papatyaları açmış buralarda. Şaşkın papatyalar, diyoruz. Doğada bin bir güzellikle bin bir  heyecan yaşıyoruz. Çenger’de piknik yerine ulaşıyoruz. İmamın ürettiği ballardan söz ediyor, türbeye uğramıyoruz. Sularımızı dolduruyoruz ağaç oluktan. Çatallamışlar oluğu, üç bölük akıyor su. Dinleniyoruz da meyvelerimizle. Köyü sol  yanımıza alıp yürüyoruz. Zeytin toplamakta köylülerimiz. Çırpıyorlar koca ağaçlardaki zeytinleri uzun sırıklarla. Basmayın arkadaşlar zeytinlere dikkat!
         Patikamız uzadıkça uzuyor, zikzaklarla Kargıya uzanıyor. Asfaltı bulunca yürüme keyfimiz tamamlanıyor.Servislerimiz de hazır. Sağ olsun tüm yürüyüşçü dostlar ve rehberimiz. Atiye KAÇAR.  (FETHİYE  DAĞCILIK)

          

         

11 Kasım 2014 Salı

MANTAR KOKUSU, ÇINTAR TADI

Nif-Kırkpınar Yolu-Yayla Koru-Kavacık-Yürek parkuru 17 km.



  Pazar sabahı gök gürültüsü  ile uyanıyorum. Perdeyi aralıyorum dışarısı  fırtına, yağmur.  Hava yeni aydınlanıyor, bulutlarla kapkara.” Yürüyüş ne olacak”. Saat 07.30’a kadar bekliyorum. Rehberimiz Yusuf Bey ile konuşuyorum. Yusuf Bey kendinden oldukça emin: Yürüyüş var. Hava koşulları nedeniyle iptal olmaz, diyor. Gülümseyerek hazırlığa geçiyorum.
           Yol üzerinde bekliyorum servisimizi, arası yağmurlu bir hava. İki dolmuş geliyor, hava koşullarının yıldıramadığı yürüyüşçü sayısı artmış. Eksiklerimizi sayıyor, “Şeker oğlanlar” diyoruz çıkamayanlara.
          Üzümlü yolu çam ağaçları ile koyu yeşil olmuş. Güneş yok ya ağaçlar yağmur ıslaklığını yeşile sindirmiş. Kış başlangıcında olsak da pürenler mora kesmiş orman içini. Nasıl da coşmuşlar açmışlar hep birlikte ilkbahar coşkusuyla. Üzümlüde bahçelerin kızıl sarı yapraklı ağaçları sonbahar ezgisinde. Fethiye’de dört mevsim bir arada. Sabah mahmurluğu ile ovaya yayılan Üzümlü  yalnızlaşan villalarıyla sonbaharı almış omuzlarına… Bekir Beli de geride kalıyor. Çameli yolu uzayıp giderken Yayla Koru yol ayırımını  geçiyor  Kırkpınara varmadan Cevizlik ‘te bırakıyoruz servisleri.
        Çal Dağı karşımızda sipsivri. Yalçın kayalarla karşımızda. Kar yok zirvede henüz. Biz Torosların batı ucundayız bu gün. Çam ağaçları altında yumuşak kuru çam yapraklarına basarak tırmanmak zorluyor önce. Yağmur da çiseliyor arada. Nem, yosun ve kuru yaprak kokusu mantar kokusuna karışıyor. Şimdi gözler çıntar avında. Dağınık yürüyoruz. Batonlarımızla, şemsiyelerle eşeliyoruz  kurumuş yaprakları. Birer ikişer çıntar da buluyoruz. Rehberimiz, yolumuz uzun, diyor. Seval, azıcık mola, diyor. Yol üzerinde toplanan çıntarlar ellere sığmıyor, poşetler çıkıyor yavaştan. Bu gün “Çıntar güzeli” seçeceğiz. En güçlü adaylar, Seval  Ali Beyler( üç Ali var sanırım bu gün) Gülsüm.
           Çameli yolu uzuyor kıvrım kıvrım.  Nif   sonbahar kızıllığında bahçeleri ve kızaran kiremitleri ile yayılmş aşağılarda. Evlere tepeden bakıyoruz, kuş bakışı ve kuş özgürlüğünde. Islak çam dallarını incilemekta ara sıra yüzünü gösteren güneş, damlacıklar tutunmuş çam yapraklarının uçlarına. Karşı yamaçlarda ıslak kayalıklar gümüşlenmiş güneşle. Geceden yağan yağmur yumuş yıkamış tüm yeşilleri, taşları. Serin bir hava çıntar kokusu sarhoşuyuz. Yayla Koru’ya tepeden iniyor sonbaharla yalnızlaşan yayla evlerini ; villaları ve yıkılmaya yüz tutmuş eski köy evlerini ıssızlıkları ile bırakıyoruz. Geceden gelen sel suları kapılara kadar çamur da bırakmış.   
                   Yayla koru’yu arkamızda bırakıyor kıvrıla döne yürüyoruz. Bin iki yüz metre yükseklikteyiz. Asırlık çam ağaçlarına nazlı sedir ağaçları eşlik ediyor şimdi. Derelerde su yok henüz. Dere yataklarında kızaran yaprakları ile koca çınarlar salınıyor hafiften.  Makiler renk renk “yığırçık”lar top top kırmızı meyvelerinde. Kuşburnular kalmış dalların uçlarında. Çocukluğumuzun tatlı, dağ tatları, dağı büyütüyor gönlümde. Alıç da  buluyoruz  ahlat da… Meseniz Mahallesi aşağılarda. Karşımızda Akdağ etekleri. Meyveler bile ayakta yeniyor sanki, yolumuz uzun.
                Çamlar arasında mantar kokuları ile çıntar kebapları yiyeceğiz. Öğle yemeği molamız bir saat, diyor rehberimiz. Hemen bir ateş yakılıyor, çıkınlar açılıyor. Az yiyelim desek de yan masalardan ikramlar bitmiyor. Yeşillik bol önümüzde. Biri kurabiye kutusu dolaştırıyor, biri lahana sarması, derken biri biber dolması tutuşturuyor elime. Gözüm değneğe dizilerek pişmiş çıntarlarda. Kokusu doyuruyor önce. Önümüze alıyor birer lokma da olsa kebap keyfini yaşıyoruz. Söyleşi güzel de yolumuz uzun…  Toplu fotoğraf çekilelim de dizilelim patikamıza.
            
             Kavacık Mahallesi’ne doğru koca meşe ağaçları pıynarlara karışıyor. “Ah meşeler gövermiş, varsın göversin… “  Yaprakları değil koca gövdeleri yosunlarla göveren meşeler güdük dalları ile top top kızarıyor yeşil çamlar arasında. Pıynar pelitleri yollarda.  Zorlu bir inişteyiz. Çoban yerleşkeleri  melul melul bakan kara keçileri ve taşlara işleyen çan sesleri ile karşılıyor bizi. Uzun alaflı, pırıl pırıl suları ile çeşmeler de   gözlemiş yolumuzu. Avuçlarımızla dalıyoruz, kana kana içiyor, şişelerimizdeki sularımızı yeniliyoruz.
         Yalçın katman katman kayaları ile dim dik duran Torosları kıvrıla döne yürürken  ova uzanıyor, Ören Çayı bölüyor dağları. Ören ovasına dağılan geniş yatağı ile “deli çay” akmakta yol yol çakıllar taşlar arasında…  Aktığı yerden bir daha akmaz geniş ovada türlü yollar bulur kendine bu deli çay. Coşarsa da deli coşar. Çakıl ovası sanki  yatağı. Dağlar arasından geniş ovaya yayılmakta.
        Katman katman kayalar bağrında patika yolumuz. Uçak seyri ile izliyoruz aşağılarda  Yürek Mahallesi evlerini. Biliyoruz ki servislerimiz köy camiinin yanında. Biz nasıl ineceğiz oraya…  Günler kısalmış, gün batıyor, karanlığa kalmak zor. Adımlarımızı sıklaştırıyoruz. Çaya atlama, kayalıklardan uçma, kanatlanma tutkusuyla fotoğraf çekiyoruz. İndikçe aşağı Ören Çayı yaklaşıyor. Yürek evleri bahçe çiçekleri ve yollara kadar uzayıp dökülen meyve ağaçları ile sakin . Hava kararmadan cami önüne geliyoruz.  Dolmuşlarımızda dinlenmeye başlarız.            

           Söğütlü köyü mahalleleri ve Ören Çayı eşliğinde Kızılbel’den Üzümlü yoluna ulaşıyoruz. Hava kararıyor artık; soğudu da, evlerimizde sıcak çorba düşleyebiliriz…Atiye KAÇAR. 09 . 11. 2014

4 Kasım 2014 Salı

GÜZ YANGISI
(Kayaköy-Belen Mahallesi- Turunç  Pınarı – Kınalı Mahallesi/12.10.2014)
        Toprak kuru , yaprak kuru. Yaz sonu geldi yağmuru özler gönüller, yürekler. Serinletsin bizi yağmurlar, serinletsin de dağılsın güz bulutları. Gönlüm de bulutlu, ,izleyemez oldu Tv de haberleri.
       Havanın bir yanı, Fethiyemizin kuzeyi yoğun bulutlu pazar sabahı. Yürüyüşçüler düşmüş yollara. Toplasa da dolmuşlar mahallelerimizden bizleri, sokaklarda yürüyenler de var serinlikle. Yağışlı olur mu yürüyüşümüz. Her koşulda yürürüz. Mavi sulara da  dalacağız bu gün.
      Toprağın suyu özlediği  ölçüde özledik yürümeyi. Üç dolmuşla çıkıyoruz yollara. Debboy’dan çıkarken ince yeşilli ışıltılı çamlar arasına dalmanın keyfindeyiz. Kayaköy uykuda, bahçeler güz sarılığında. Hasat bitti. Kuyubaşı kahvemiz köy dinginliğinde. Belen Mahallesi’ne yöneliyoruz.
        Sarnıcımız bekler ovaya dağılan Kayaköy evleri, dağlara yaslanan antik kent kalıntıları seyriyle. Biz de dönüp dönüp bakıyoruz ardımıza , tırmanış da başlıyor. Yerler kuru, kayabiliriz, dikkatli olmalıyız. Çam ağaçlarının ardından Akdeniz makileri ile sürüyor patikamız. Turunç zirveye yol buluyoruz. Pıynarlar bir tünel açmış bize. Güneş yok, güz yangısı yakmış toprağı.
         Çam ağaçları, pıynarlar, sandallar ve çitlembiklerden sonra yeşilin çarpıcı tonu ile parlayan mersin tünellerine ulaşıyoruz. Üç kuyulardayız. Antik kuyularda su gözükmüyor ama su izi var ki mersinler yaşamına devam ediyor. Yağmurlar canlandıracak buraları, taşları yosunlandıracak, yeşili coşturacak, çiçekleri patlatacak. Kekikler kuru kokulu şimdi.  Deniz yok henüz; ancak tarih var. Yüzyıllık taş duvarlar geride kalıyor, “metro girişi” dediğimiz antikçağ kalıntısını  da geride bırakıyoruz. Tırmanış epey  yoruyor, suyu özledik.
         İşte şimdi engin Akdeniz uzanıyor, özel mavisi yelkenleri ve puslu güneş parıltısı ile. Karşıda Fethiye uzanıyor Göcek’e doğru. Denize atlama tutkusu depreşiyor. İniş kaygan ve kuru toprakla daha bir dikkat gerektiriyor. Öncülerimiz  “Cevizli  Köşk” adını verdiğimiz Turunç Pınarı çoban kampına  ulaşıyor. İsteyen burada kalabilir, diyor rehberimiz Yusuf Çilengir.  Soğuk suyu, birkaç sandalyesi koyu ceviz gölgesi ve engin deniz seyri ile konaklamayı seçiyor birkaç yürüyüşçü.  
          Koyu bir bitki örtüsü  şimdi önümüzde. Şaşkın kalmış bir keçiboynuzu ağacı baştan ayağa çiçeğe durmuş. Koku ve arı sesi ile irkiliyoruz. Bahardayız ama son bahardayız. Fethiye’miz her mevsimi bir arada yaşatır bize, mutluyuz.
      Koyun ve keçiler eşlik ediyor bize. Bunlar Çoban Osman’ın hayvanları. Çoban Osman kırk yıldır burayı şenlendirmiş keçileri, koyunları, tavukları köpekleri ve meyve ağaçları , sebzeleriyle. Denizin içine kadar uzanmış restaurantında, ağaç evlerinde, köşklerinde konuklarını ağırlıyor. Lüks yatlar da uğruyor buraya küçük balıkçı tekneleri de. İsterseniz sizi Boncuklu Koyu’ndan taşır özel tekneleriyle.
          Denizi gören yürüyüşçüler atıyor kendilerini mavi sulara. Soğuk mu , diyorum,  ben de bırakıyorum kendimi mavilere. Tüm hücrelerimize ulaşıyor suyun berraklığı, dinginliği. Çırpıntılar enginlere çağırıyor. Açıldıkça açılıyor Hatice ile Nilgün. Ben de geleceğim, bekleyin. Su öyle güzel, akvaryum berraklığı… Dışarı serin. Acıktığımızın farkındayız çoktan. Azıklar açılıyor, diyet söylentileri eşliğinde lokmalar bölüşülüyor, yan masa ikramları başlıyor. Balıkçı Osman yeri şenleniyor. Mersinler olgunlaşmış, üzümler ballanmış…
         Zamanı durdurmak gerekli, acılara umar bulmak, umarsızları yüreklendirmek için güç gerekli. Umut   gerekli deniz enginliğinde. Puslu  deniz ufkunun verdiği belirsizliği çözmek gerekli.  Denizle gökyüzünü ayırmak gerekli. Gerekliler için dönmek gerekli. Rehberimizin çağrısı kendimize getiriyor. Toplanmak, yola düşmek gerekiyor.
       Dağlara vuracağız, bir daire çizip Kayaköy Kınalı Mahallesi’ne ulaşacağız. Tırmanış başlıyor, deniz uzuyor, güneş denize düşüyor, deniz gümüşleniyor, patikalar uzuyor, keçiboynuzu- harnup ağaçları kuru meyvelerini sunuyor, kuru kekik kokuları kuru ot kokularına karışıyor, taşlar kayıyor ayaklar altında, yıkılan ağaçlar yolları kesiyor, kırkayak dizimiz uzuyor, İlknur direniyor, molalar sıklaşıyor Haçbel’e varıyoruz.
                    Yolumuz azaldı, İniş başlıyor, gevenler bacaklarımızda. Çalılıklar içindeyiz. Canım Akdeniz makileri…Taş duvar kalıntıları arasında zeytin ağaçları yerleşim yerlerini belirliyor. Baharda çiçeğe gark olacak küçük düzlükler kupkuru. Güz sonlarındayız. Çitlembikler, keçiboynuzları az da olsa sandal ağacı meyveleri attık ağızlarımıza en doğalından. Sandal ağacı meyvelerine “dağ çileği” diyoruz. Güz bereketi kuraklığın pençesinde. Yağmuru gözlüyor tüm doğa.
          Dönüşümüz iki saati geçiyor. Restorasyona uğramış Kayaköy evleri karşılıyor Kınalı’da bizi. Güzelim taş duvarlarda yapaylıklar katlanılmaz. Kayaköy’ün bütününü kaybedeceğimizi unutmayalım.  İhale   23 Ekim’de yapılacakmış. Haberi şöyle:   “Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı arasında 2013 yılı başlarında imzalanan protokolle Fethiye Kayaköy'de tarihi kalıntıların yer aldığı bölge turizme açılırken, diğer bölgeye de kısmi inşaat serbestliği getirildi. Projeye göre “Kayaköy'ün üçte birlik kısmını kapsayacak oteli işleten firma, tarihi köyün kalan kısımlarının da onarımını sağlayacak. Yok olmaya yüz turmuş Rum evleri aslına uygun olarak onarılarak turizme kazandırılacak(!)
Bu bağlamda daha önce çıkılan ihalelere katılımcı bulunamadığı için
proje hayata geçirilememişti. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kayaköy için yeni bir ihale kararı aldı. 23 Ekim'de açık artırma usulü ile yapılacak ihale ile tarihi köye 300 yataklı  turizm tesisi yapılacak.”  
        

         Dolmuşlarımızı görmek dinlendiriyor, Kuyubaşı kahvesinde çay molası bir kez daha dinlendiriyor. Bitimsiz bir söyleşi de özlediğimizi gösteriyor bir birimizi. Haftaya yine  dağ, deniz ve tarihi kaynaştırarak yürüyeceğiz. Akşam kızıllığı  ile evlere dönmek de güzel.Atiye KAÇAR
BAĞ BOZUMU
Arsa- Koyat Geçiti-Kayadibi- 2.11.2014
            F ETHİYE Dağcılık  yürüyüşçüleri toplanıyor büyük bir coşkuyla. Pazar günleri özlemle bekleniyor, Rehberimiz Yusuf Çilengir elinde küçük bir kağıt, gözü aldığı notlarda; ayakları bir o minibüste, bir bu minibüste. Sayım yapılıyor, yollara dökülünüyor.
          Antalya yoluna düşüyoruz. Zorlar  ovasını geride bırakıyoruz Doğa  güz bereketini yaşıyor cömertçe. Arsa  Fethiye’nin üzüm, pekmez, elma deposu. Meyve almıyoruz çantalarımıza bu gün. Güz döküntüsü  ile göz doyumu yeter .
     Eşen Ovası renk cümbüşü.yeşil sarıyı, yeşil kırmızıyı, yeşil turuncuyu bağlamış, harmanlamış salmış ovaya. Tarlalarda hasat kokusu. Nar bahçeleri ağzı açık birkaç meyve saklamakta sarı yeşil yapraklar arasında. Susam hasadı Kızılderili obasına döndürmüş tarlaları, öbe öbek susam gümülleri ile. Bahçelerde çeşit çeşit meyve ağaçları dansına katılmış renklerin. Girmeler köyü de yaz sonunu yaşıyor kendince. Döğer’den sonra ovayı büyüten tırmanış var. Yükseldikçe Bağlıağaç Köyü de geride kalıyor, asma bahçeleri sıklaşıyor bayırdan aşağılara. Arsa kocaman soğuk hava deposuyla karşılıyor gelenini. Köy meydanı kalabalık. Traktörler, kasalanmış elmalar, üzümler… Bağ bozumu tüm ürünler ayakta.Köy kahvemizde  konaklamıyor yürüyüş başlasın bir an önce, diyoruz.
       Arsa toprakları verimli. “Sabit kalsak bir süre toprakta, kök salar ; meyveye dururuz.. Arsa adının “Arazi parçası” anlamı taşıdığını düşünürdüm. Biraz aradım:şaşmadım ama. Arsa eski yerleşim yerlerinden. Çocukluğumda tuluk ile pekmez gelirdi Seki’ye.
        Arsa köyü adını Likya antik kentlerinden olan “Arsada”dan alıyor.” Arsada” Likçede  akarsu anlamına gelen bir sözcük. Köyün çevresindeki bol akarsular bu adı doğrular. Arsa adı Osmanlı dömeminde de  “Arısu” olarak  geçiyormuş. Köy sınırları içinde  bilgisizliğin ve duyarsızlığın izlerini taşıyan birçok tarihi kalıntıya rastlanıyor. Saklıkent  Kanyonu sularını besleyen kaynakların çoğu da bu köy sınırları içinde verimli kılmakta toprakları; tatlandırmakta meyveleri, sebzeleri.
             Servislerimizi köyün içinde bırakıyor, asmaların altından dalıyoruz Aşağı Mahalle yönüne. Asmaların altından patika buluyoruz  Hasatla uğraşan köylülerimiz ikram etmekte sulu tatlı üzümlerden. Kasalanmış, pazarlamaya  hazır hale gelmiş üzümler. Elma bahçeleri temizlenmiş. Ayvalar sarı sarı sarkmış, narlar tanelerini saçmış, böğürtlenler kızıl-kara olmuş. Asma bahçeleri dayamış sırtını Akdağ’a  uzmış eteklere doğru içmekte tüm bereketini güneşin.
         Köy sınırlarını aşıyor Saklıkent kanyonunu saklayan yalçın kayalıklara doğru iniyoruz.Kanyonu besleyen, dağları kesin çizgilerle bölen vadiyi derinlerde akan suları ile geride bırakıyor, Arsa’nın Aşağı Mahalle’sine yöneliyoruz.
     Aşağı Mahalle’yi ve Arsa’yı düze indiren taş patikamız sarının kızılın turuncunun hele yeşilin binbir tonunu açıyor önümüze. Meşelerde, çitlembiklerde asmalar, ağaçlarda sarkan tadına doyumsuz üzümler, çayırlarda  kızıl-mor kadife yaprakları ile yılan bıçakları, dalgalı yeşili - pembe morları ile sıklamenler… Suyolu eşlik ediyor bir yandan. Evlerinde sevgiyle söyleşiyor, buyur ediyor bahçlerine köylülerimiz. Antalya sınırı burası. Okul yok, okuma yok; içim acıyor.
         Akdağ etekleri derin vadileri ve yalçın kayalıkları ile Kayadibine iniyor. İki taş köprü var bu parkurda kalıcılığı, sonsuzluğu haykıran. Koyat Geçiti  bağlıyor Arsa’yı ovaya. Köprülerin altından ne sular geçti kimbilir. Şimdi suskun defneleri ve çınarları besliyorlar koyunlarında. Köprülerimizi  taş sütun ayakları ve çimen yeşili zeminleri ile doğaya emanet ediyor, yolumuzun keyfini çıkarıyoruz. Yokuşun sonu, pıynarlarla pelitlerle devam ediyor. Yeşil koyulaşıyor, kekik kokularına yosun kokusu karışıyor. Avazımız çıktığınca bağırabiir, haykırabiliriz tüm haksızlıkları. Ovamız uzanıyor aşağılarda, zikzaklarla taşlı patikamız indiriyor bizi ovaya. Fotoğraflarımızı yalçın kayalarla engin ovalar süslüyor. Gözü tırmalayan tek yapı yeşili deşip yapılaştıran Kayadibi inek çiftliği.
     İnince ovaya rahatlıyor ayaklarımız. Köy yolu traktör sesleri hasatta. Çiftçilik desteklensin, ekilebilen topraklarımızdan uzak dursun beton yapılar… Saklıkent yolu, yol kenarı gözlemecileri toplamışlar ak yastıklarını sedirlerden. Sezonlarını kapatmışlar sararan yapraklarla sessizleşmişler. Çay  molamız Kayadibi köyü kahvesinde. Toprak kokusuyla selamladığımız köylülerimiz de eşlik ediyor sıcak çay söyleşimize. Dönüşümüz gün batımı seyrine kalıyor yine. Atiye Kaçar


14 Ekim 2014 Salı

MAVİLİKLERDE
21 EYLÜL 2014,FETHİYE DAĞCILIK GRUBU, KABAK- CENNET KOYU PARKURU
    Fethiye Dağcılık yaz keyfini  bazı etkinliklerle sürdürüyor. Karanlıkiçi Kanyon yürüyüşü, Sarsala Koyu yüzme, Kelebek Vadisine iniş sonrası havanın biraz daha serinlediğine inanıyoruz.
            Güz geldi dostlar. Doğa yenilenmek üzere kış uykusuna hazırlanıyor. Tüm bereketini sunacak güz serinliğinde. Artık meyveler daha tatlı, sebzeler daha lezzetli. Hele sabah çiği ile bahçeler daha bir alımlı. Ağaçlar kırmızıdan yeşile, sarıdan turuncuya renk cümbüşü olmaya hazırlanıyor. Yayla balkonlarında kurutulmaya asılmış biber, fasulye dizileri, örtülere serili kaklar… Tarhanalar, bulgurlar, turşular, salçalar, soslar hazırlandı. Doğallığa ulaşabilenlere ne mutlu…
         Bu pazar biraz yürüyelim, biraz yüzelim, deniz keyfini de sürdürelim. Kabak Koyu’ndan Cennet’e yürüyelim deniz eşliğinde, Cennet’in sularına dalalım; tekrar yürüyelim… Toplanıyor grubumuz Fethiye Kaymakamlığı önünde. Pırıl pırıl bir Fethiye sabahından Merhaba…
       İki araçla çıkıyoruz yola, Ölüdeniz’i sabah dinginliği ile görmek coşturuyor deniz tutkumuzu. Dolmuştan atlayıp açılacağım enginlere…  Kabak’ta iniyoruz servisimizden.. Koy’a inen araç yolu kıvıl kıvıl kum. Çam kokusu deniz kokusuna katılıyor; kumsal, kokular ve dallar arasında nazlı nazlı uzanıyor.  “Arkadaşlar denize sulanmayınız lütfen, Cennet’te yüzeceğiz.”  Yüzerek mi gitsek deniz çekici;  dalgalar davetkar… İkirciği bırakıp yalçın kayalardan denize uzanan çam ağaçlarının arasına dalıyoruz. Antik çağların büyüsü ile Likya yolları bizi koydan koya ulaştırıyor.
          Yürüyüş özlemi, deniz enginliği, yelkenlerin gizemi, çam yeşilinin pırıltıları arasında yolumuz kıvrıla döne sürüyor. Yedi Burunlar burası. Babadağ’ımızın etekleri salkım saçak uzanmış denize. Ege’de  denizin sınırları vardır, Akdeniz’de enginliği. Gökyüzüne karışmış deniz ufukta. Rodos Adasını görmeye çalışıyoruz, Babadağ’a doğru yükselmeliyiz. Tüllenmiş bir çizgi ayırıyor gökyüzünü denizden.
         Yorulduk da son elli metrelerle yürüyoruz. Denizde teknelere el sallıyoruz, Cennet Koyu’nu görüyoruz, yürüyoruz…  İlk molamız Cennet Kamp’ta. Soğuk sular, sıcak çaylara eşlik ediyor, hücrelerimiz dinginleşiyor, dinlendirme denizde… Cennet Kamp gizlenmiş ağaçların arasında, denizi kumsalı ve kimseyi rahatsız etmiyor. Doğal bir  yerleşim oluşturulmuş, mağara ile serinliyor, çadırlarda konklayabiliyorsunuz.
       Cennet  Koyu kumları kımıl kımıl. Çam ağaçları gölgesinde, kumlar üzerindeyiz, eşyaları bırakan sulara atıyor kendini. Sonra yemek molası. Yemekler diyet usulü artık. Burcu katkılı suyu elinde peynirli salatasını hazırlıyor. Sami haşladığı yumurtalarını paylaştırma peşinde. Çatal göbeğinden kurtulmaya kararlı, anacığının kabak kızartmalarına veda etmiş. Ortaya saçılıyor yeşillikler, doğranıyor domatesler, peynir zeytin eşliğinde  ellerde dolaşıyor. Haydi denize…
         Bu kum, bu mavi, bu deniz, bu dalgalar başka. Ne kadar açıldık farkında değiliz. Gittikçe gidesim geliyor da yeter, diyoruz. Yalçın kayalara, zirvesi gözükmeyen Babadağ’a takılıyor gözlerimiz. Başka bir dünyadayız. Beton yok şimdilik burada. Plastik yok. İnsanlığın yaşadığı ürkünç savaş yok,göç yok, IŞİD yok, Fethiye Lisesi yok…  Deniz kum ve yeşil… Kaç sene daha korunabilir bu güzellik bilmem. Birkaç tekne gözüküyor kıyıda. Kabak Koyu’nun üç-beş sene içinde yapı yığınına döndüğüne tanıklık ettik. (Akşama yoklara döneceğiz)
           Kabak Koyu’na tekne ile dönelim, diyor birkaç kişi. İlk yürüyüşü biraz kısaltma peşinde. Cennet Kamp’ta  ufak yapılı bir kaptanla sıkı bir pazarlık ediliyor. Kaç kişi yürüyecek, sayıyoruz. Bir daha, bir daha… Sonunda anlaştık. Saat de dört olmuş. Dönmek zorundayız. Cennet bırakılamaz da… İki saatlik bir yürüyüş bekliyor deniz seyri ile. Dalgalarla boğuşarak tekneye biniyor bir grubumuz da…
             Kabak Koyu’nda da denize giriliyor, koy tırmanışı  var; servis de var…  Yine birkaç kişi servisle çıkıyor. Ben bu tırmanışı çok severim. Durup durup denize ve burunlar arasında nazlı nazlı uzanan kumsala bakmak dinlendirir beni. İçime doldururum denizin dinginliğini, kumsalın nazını,yeşilin büyüsünü, lacivertin koyusunu, dalgaların ışıltısını; sonra daha bir rahat dönerim günlük yaşantıma. Daha bir güçlü olur daha bir baş edilebilir bulurum yaşamı, savaşımı kolaylaştırırım kendimce.
            Şimdi toplandı yürüyüşçüler keyifle sıcak çay söyleşisinde. Günün değeri paylaşıldı, servislere binildi.
        Haftaya Fethiye Dağcılık yürüyüş programı başlıyor dostlar. Pazar günlerimiz doğaya kilitli. Oğuz Bey’e sağ ol diyor, özlemle rehberimiz Yusuf ÇİLENGİR’i bekliyoruz. Yusuf Çilengir haftaya  Afkule- Darboğaz  parkuru ile düşecek önümüze… Yine deniz enginliği ile yürüyecek, yine Akdeniz mavisi ile serinleyeceğiz. Atiye KAÇAR


          

21 Temmuz 2014 Pazartesi

AĞRI DAĞI ZİRVE
          Fethiye dağları çam kokulu, ardıç kokulu, sedir-köknar-küynar kokulu. Alıştık dağlara , dağlar çekiyor bizi. Karar veriyoruz birkaç arkadaş: Ağrı Dağı’na çıkacağız.
        Hamza Bey sağ olsun, tüm bağlantılarımızı kuruyor; Necla tüm yazışmaları sağlıyor. 4 Temmuzda çıkılacak yola.

4 Temmuz 2014
VAN’DAN DOĞUBEYAZIT’A
        Antalya’ya  servisimizi de ayarladık, uçakla Van’a ulaşım keyifli. Saat 10.30, Rehberimiz Cuma Bey karşılıyor bizi. Akdamar Adası’nı görelim önce.  Van Gölü’nü , yok Van Denizini sağımıza alıp yola çıkıyoruz. Karşımzda bir dağ, Vizontele’nin Artos Dağı. Vizontele filmini de anımsayarak deniz seyri ile Gevaş İskelesine ulaşıyoruz. Van günlerimiz sınırlı, önce Ünlü Van kahvaltısını öğreniyoruz. Keyifle enerjimizi alıp , Gevaş  İskelesinden bir tekne’ye  atlıyoruz. Van Denizi masmavi, gökyüzü pırıl pırıl ak bulutlar tüllenmekte.   Akdamar Adası uysal bir kedi mavilik ortasında. Yaklaştıkça büyümede, Tamara’nın ışığını, garip çobanımızın  sesini saklamakta.
        Akdamar  Adası’nda Ermeni mimarisinin eşsiz örneklerinden olan kiliseyi izliyoruz. Taşın ince şekillenişi kalıcı kılıyor tüm görünümleri belleklerde.Yüzyıllık badem ağaçları arasında dolaşıyor, tarih deniz ve doğayı bütünleştiriyoruz. Yolumuz uzun, yolumuz yükseğe, Doğbeyazıt yolundayız.
         Van’da yeşillik var epey. Tarım da gelişmiş tekniklerle. Sebze ve meyve bahçeleri Van Gölü’nün kıyısını yeşillendirmekte. Birden uçsuz bucaksız bir arazi ve ortasında  tekerleri ile tüm araziyi dolaşabilen dev yağmurlama sistemi  şaşırtıyor bizi. Rehberimiz:” Hüseyin Çelik’in arazisi” diyor.
           Göl seyri epey sürüyor. Süphan Dağı yükseliyor(4055 m)gölün arkasında.
          Çıplak dağları kolluyoruz şimdi aralarında sessiz köyleri, suskun çobanları ile. Muradiye Şelalesini de göreceğiz yol üstü. Muradiye’ye 10 km uzaklıkta Tendürek Dağlarından çıkan Bend_i Mahi çayı üzerinde. Bir vadi içerisinde saklanan bir güzellik, bir serap. Asma bir köprü ile geçiyoruz şelalenin karşısına. Vadiye iniyoruz suların coşkusuna ortak oluyoruz. Suyun serinliği iliklerimize işlerken hafiften yağmur da başlıyor. Suyun tanığı asırlık ağaçlarla yeşillenmiş bir alan. Yola devam ediyoruz.
              Tendürek Dağı da volkanik. Yer yer taşlaşmış püskürtüler dağlar içinde, dağlar üstünde, yolların ulaştığı noktalarda. Bir taraf da dümdüz kıraç topraklar, dağlar. 2660 metredeyiz. Yolda İran’dan gelen tırlar sebze taşıyor olmalı.başka da araç yok. Dağlarda sınır işaretleri, dağlarda sınır karakolları. Tendürek bir tarafta  püskürtüleri ovalarda. Yol uzuyor, Ağrı Dağı tüllenen zirvesi ile nazlı nazlı gösteriyor kendini. Tüm dağlara tepeden bakmanın mağrur duruşu. Yanına da almış Küçük Ağrı’yı koruyup kolluyor. Toprak damlı, tezek duvarlı, yalnız evleri ile köyler uzanıyor. Somkaya, Gökçebulak okuduğum bir iki tabela.
         Doğubeyazıt’a ulaşıyor, otelimize yerleşiyoruz. Rehberimiz Cuma Bey tüm aileyi seferber etmiş bizleri ağırlamak için. Akşam yemeği için evine konuk ediyor bizi.
      Bahçeye serilmiş kilimler, atılmış döşekler üzerine. Uzun da bir sofra kurulu. Kızlarımız ve boncuk gözlü eşi getiriyor yiyeceklerimizi. Tüm çocuklar yarışıyor hizmet için. Harun, İslam Ayşe… 
    İyi dinlenmeliyiz, sabah Ağrı Dağı yolculuğu başlayacak.

5 Temmuz 2014
BEKLE BİZİ AĞRI DAĞI - ARARAT-
         Sabah ayrı bir havada, başka bir dünyaya yolculuk için hazırık kahvaltının ardından. İki minibüs geliyor kapımızın önüne ve eşyalarla birlikte doluyoruz içeriye.
          Kısa sürede kenti geride bırakıyor asfalt yoldan da çıkıyoruz. Ağrı  Dağımız aynı gururuyla karşımızda dimdik. Eteklerine doğru yol alıyoruz. Dağlar yeşil tüllü bu kez, otcuklar arasında da mor, sarı akça pakça çiçekler.Eli köyü 2200 metrede. Toprak damları ile kıraç topraklar arasında bir köy  , dağlar koynunda, Ağrı Dağı eteğinde.
         Köyün dışında eşyalarımızı indiriyor, atları bekliyoruz. Büyük sırt çantalarını büyük çöp poşetlerine de yerleştiriyoruz ki yağmurda ıslanmasın. Ağrı’nın sağı solu belli olmaz. İslam başta sahip çıkıyor katırlara. Kemal  baş kaptan. Katır sesleri arasında tatlı bir telaş, telaş arasında dolmuş homurtuları  katır sesleri arasında yitip gidiyor.
         Rehberimiz Cuma bey topluyor bizi. Ekip başımız Hamza Bey ile işbirliğinde yine. yürüyüşe geçiyoruz, tepeler arasından tutunduk Ağrı Dağı eteklerine. Tek sıra, kırkayak olacağız, Abdurrahman Abi, bırakma grubu. Yorulmak yok, ağır, ritmik adımlar atmalıyız. Üç dört saatlik bir yürüyüşle 3200 metreye çıkacağız.
          Bir saat kadar yürüyoruz. Katırlar yükleri ile yetişiyor arkamızdan, önümüze düşüp yamaçları tarıyorlar. Yayla obaları yayılmış tepeler arasında. Biz de moladayız Cuma Bey’in ablasının çadırında. Sobada kaynayan çay, ve halanın eliyle yaptığı ayran keyfimize keyif katıyor. Çadıra da yayılıyoruz  sereserpe, dinleniyoruz.
        Ağrı dağı tepesi tüllü bir gelin, göstermelik istiyor zirvesi saklı. Gözümüz zirvede, tekrar başlıyor tırmanış. Tırmandıkça Doğubeyazıt ovası da uzanıyor aşağılarda. Kar sularının beslediği yerler yeşil deniz, suyun ulaşamadığı yerler kuru .Ekili alan yok, kendiliğinden yetişen otlar tırpanlanmış, öbeklenmiş sıra sıra. Hayvanların kışlık yiyecekleri…
       İkinci molamız Hacı Baba’nın çadırında. Burada  çay ve ayranın yanına Lavaş ekmekleri ve tadına doyumsuz peynirler de çıkıyor. Gücümüz  yenileniyor,  Cuma Bey’in çocukları dedeye “baba”,  babaya da “abi” diyor. En küçük oğlan Harun da henüz ayırımında değil, babaya “abibaba” diye sesleniyor.
         Hacı Baba’nın çadırı daha büyük. İki yüz koyun , inek, at, katır, tavuklar, bir çok hayvan var. Dağlar dolusu bir çiftlik. Şanslıymışız, toplanılmış imece usulü koyun kırkımı var. Koyunlar iki kez kırkılıyor. Bahar kırkımına “yapağı” diyoruz. İkinci kırkım güzün, yün oluyor yapağılar.
         Koyunların eti, sütü, sütten yapılan peynirler, yünler aile gereksinimine ancak yetiyor. Öyle geniş bir aile. Dedenin çocukları, torunları hep bir arada yaşıyor.Haziranda çıkılan yaylalardan ağustos sonunda iniliyor köylere.
          Hafiften yağmur da eşlik ediyor şimdi. Yürüdükçe artıyor, temposunu yükseltiyor yağmurun ezgileri. Taş kovuklarında soluklanıyoruz biraz , sonra 3200 metre kampları başlıyor öbek öbek çadırları ile. Bizim kamp ortada bir etekte. Yanımızda çağıl çağıl kar sularından dere. Bu su kullanılacak buz gibi.
           Mutfak çadırında çayımız ve atıştırmalıklarımız hazır. Yağmur sürse de tasa değil. Çayımızı içiyor, yorgunluğumuzu giderdikten sonra çadırlarımıza yerleşiyoruz. Güneş gül yüzüyle ışıtıyor koca ovayı. Yemeğimiz saat 17.30’da dinlenelim biraz.
             En güzel  yemek bir tas çorba burada. Yemeklerimizi Adem pişiriyor, el  birliği ile servis yapılıyor.
         Kampta on üç kişi Fethiye grubu var. Grubumuza İzmir’den Neşe, Ankara’dan Nezihat, Samsun’dan üç üniversite öğrencisi ve İspanyol Karmen ve Diego katılmış. Yemek sonrası eğlencemiz başlıyor. Aşçılar, katırcılar, rehberler, konuklar horona duruyor Ağrı’da önce. Burada herkes sanatçı, sesler öyle yanık. Hele Cevdet, hiç yorulmadan gece boyunca söylüyor en yanık halk türkülerini, arabeske de bulaştırarak. Cuma Bey Kürtçe sevda türküsü söylüyor.
       Cevdet “O Ses Türkiye” yarışmasına katılmış. Bülent Ersoy’a “Bülent Ağabey” diye seslenme gafletinde bulunmuş ve yarışma dışı kalmış. Güzel bir ses.
        Sabah 4200 metreye yürüyeceğiz, bir saat konaklayıp geri döneceğiz. Bünyemiz dağın yüksekliğine alışacak. Bu yürüyüşe “aklimatizasyon” diyoruz. Kalkış saat 08’de.
          Çadırda ilk gecemiz. Sesleri dinliyoruz sabaha kadar. Önce yan çadırlarda söyleşilere alışıyoruz. Sonra yağmur başlıyor tıpır tıpır. Rüzgar sesi korkutuyor, çadırlar biz içindeyken sökülmez. Sesler doluya dönüyor, dışarısı buz kesiyor, biz sıcacık uyku tulumlarımızda. Yarı uyur yarı uyanık sabahı buluyoruz. Dingin bir sabah ve biz de dinlenmişiz.

          
6 Temmuz 2014
AĞRI   DAĞI’NA   ALIŞIYORUZ
       Gün daha ışımadan uyanıyoruz. Dağlarda katır sesleri ve çadırlar arasında. Az sonra önce ovada kızıllanıyor güneş, sonra  pırıl pırıl gösteriyor kendini. Heybetiyle arkamıza aldığımız  Ağrı Dağı zirvesi  kendini göstermiş. Abdurrahman Ağabey ile Ali sohbette, Hamza da kalkmış. Sesler iç içe. Buz gibi suda yüz yıkamak kendine getiriyor insanı. Sıralanıyoruz kahvaltı masasına, bu dağ başında çay, peynir ,zeytin ekmek bal olmuş. Herkes keyifte, hemen hazırlanmalı, yürüyüşe başlamalı, zirveden eteklere saçaklanan karlara ulaşmalıyız.
          Adem götürecek bizi 4200 metreye. Ritmik ağır adımlarla çıkıyoruz yola. Başka kamplar da var aynı sabah telaşında. Kırkayak oluyor, zikzaklarla sıralanıyoruz Ağrı Dağı böğrüne. Yükseklik çarpmamalı, arada nefeslemeli, ağır ağır çıkılmalı.
           Kayalıklar arasında  yeşil kısa otlar, otlar arasında çiçekler. Hele Ağrı laleleri mor mor. Beyaz sarı gökçe çiçekler. Sonra kuş sesleri. Kayacıklar arsında bir görünen ,bir kaybolan kuşlar. Bülbüller, iri serçeler, başka başka kuşlar. Sonra çadırlarda çocuklar, bir şeyler satmak için çıkıyorlar karşımıza tek tük.
        Patika kalabalık. Yukarıdan inenler, grup grup yukarıya çıkanlar… Her dilden, her renkten insan coşkuyla bir olmuş. Arada eşyaları taşıyan katırlara yol veriyoruz. . Rakımdan etkilenen arkadaşlarımız da var. Üç arkadaşımız 3500 metreden geri dönüyor. Üç saatlik bir tırmanıştan sonra Öküz Deresi kenarına ulaşıyoruz. Oturup aşağılara ve zirveye bakıyoruz.  Zirve bembeyaz.
            Öküzderesi canlı bir heyelan alanı, yer yer kayıp yuvarlanan taşların , kayaların sesleri ile irkiliyorsunuz. Kırık buz kütleleri vadi boyunca kayalar misali uzanmakta.  Karlar arasındayız artık. Kamp çadırları kayalar arasında, taşlar üzerinde. Aşağılarda hayvanların su içmesi için oluşturulmuş gölcükler, çadır kampları, çoban çadırları serpili eteklerden ovaya doğru. Doğubeyazıt puslar içinde. Ova otlarla yeşil deniz sanki. Yükseldikçe özgürlük tutkusu coşuyor yüreklerde. Hafifliyor bedenler, hücreler yenileniyor, başka dünyalara taşınıyor düşünceler.
         Küçük Ağrı bir başka nazla yaslanıyor Ağrı Dağımıza. Öğlen olmak üzere. Bulutlar yavaş yavaş önce Küçük Ağrı’yı görünmez kılıyor. Sonra bizi içine alıyor. Sisler içinde, bulutlar arasında inişe geçiyoruz. Yağmur da başlıyor hafiften, sonra dolu oluyor yağış. Yağmurluklarımız tıpır  tıpır, dere coşkulu, adımlarımız yavaş. Yeşil kamptayız 3200 metrede. Kamp alanı eğlencesi  doyumsuz söyleşiler.  İyi dinlenmeliyiz bu gece, yarın 4200 metreye çıkacağız, gece de uyuyamayacağız zirve heyecanı sardı.


7 Temmuz 2014
KARLAR İÇİNDE
           Başka bir heyecanla merhaba diyoruz çadır dostlarımıza. Kahvaltı sonrası çadırlarımı topluyoruz. Meydan dolu, herkeste bir telaş. Katırcılar koşuşturuyor. En çok da Adem kıpır kıpır. Eşyalar paketleniyor,çadırlar toplanıyor, meydana taşınıyor; mutfak çadırı kalıyor sadece. Yürüyüş başlıyor,  4200 metreye çıkıp çadırlarımıza tekrar yerleşeceğiz. Bir önceki günümüzden bildiğimiz yol. Bütün ekip çıkacak kamp yerine.
           Hatice, Semra ve Nazife gerilerden geliyor. Rehberimiz Cuma Bey eşlik ediyor onlara. Yolu biliyoruz ya kendi tempomuzla patikanın zikzaklarındayız. Yine yukarıya çıkanlar, aşğıya inenler, yük taşıyan katırlar, katırcılar ve kimi katırların tayları karışıyor birbirine. Herkeste bir merak: Zirveye çıktınız mı?, zirve nasıl? Zirveden dönenler belli…
         4200 metrede çadırlarımız kurulmuş, sağ olsun Adem. Arkada kalanlar da geliyor, ekip zirvede. Semra bu kez yükseltiye uyum zorluğu içinde. Çadıra alıyoruz onu, dinlenmeli. Çaylarımızı içerken biz esrik bir havada çevremizi incelemekteyiz. Öküzderesine, Küçük Ağrı’ya, ta aşağılarda Doğubeyazıt’a uzanan enginlere kilitledik bakışlarımızı. Öğle sonuna doğru hava yine karışıyor, bulutlar içine alıyor bizi. Esinti sarhoşluğu içindeyken kar yağıyor eğri eğri rüzgarda. Çadırlarımızdayız, dinlenmeliyiz, gece zirve yolculuğu başlayacak. Cuma Bey gramponlarımızı ayarlıyor. Gece birde uyanacağız, ikide yürüyüş başlayacak. Uyumak gerekmiyor, arada çadırdan kafamı çıkartıp gün dönümünü, ovaya gün batımını izliyorum. Akşam iniyor çadırlarımıza , sonra gece çöküyor esintiler içinde. Abdurrahman Abi ve Ali Bey’in sesleri ile uyanıyor, giyiniyorum. Semra  çadırda kalacak.

8 Temmuz 2014
HAYDİ ZİRVEYE
         Çadırdan çıkıyorum tepe ışığımla, çadırlar arasında  ışıklar dolaşıyor. Herkes ateşböceği olmuş.Tatlı bir soğuk var, esinti durmuş. Ana çadırdan termoslarımıza sıcak su alıyoruz, ortaya çıkan peynirlere dalıyor, çay ile kahvaltı ediyoruz gecenin ortasında. Hiç itiraz etmiyoruz, enerji toplamamız gerekli.
            Hatice ve Necla da kampta kalmaya karar veriyor. Başka gruplar da var. Karanlığı delerek diziliyoruz Ağrı Dağı yamaçlarına. Yerler buz, kar, kara taşlar.                     Patikadan birbirinin peşisıra yürüyor herkes. Yukarıya bakıyorum, ışıklar kıpır kıpır ilerliyor, sıra sıra. Ateş böceklerinin dansı ,diyorum kendimce. Aşağı bakıyorum  enginlerde ışıklarla belirlenen köyler, Doğubeyazıt. Işıklarla aydınlanan sınır kapısı ve ötelerde İran köyleri. Işıl ışıl ova canlı capcanlı.
           Dağımızın doğusu hafiften kızarıyor, hava açılıyor biraz. Sonra sarı kızıl bir örtü uzuyor ovaya puslu. Küçük Ağrı yanımızda kalıyor, kızıl puslar içinde gümüşlenmiş gün ışıkları ile. Sonra ovaya dönüyorum. Koca Ağrı Dağı Koca bir üçgen olmuş uzanmış ovaya koca bir gölge olmuş. Gölgesi ovada Ağrının aynı mağrur duruşu saklıyor, geri dönsem, ovada çıksam zirveye. O kadar canlı.
             Kayalar azaldı ,  güneş karları parlatıyor şimdi. Gramponlarımız takıldı. 4800 metreleri geçtik sanırım. Tamamen karlar içindeyiz, dağın zirvesine doğru bir esinti. Ağır adımlarla karlar üstünde diziliyiz rehberimizin arkasında. Kısa molalarda termosumuzdaki sıcak suyu içiyoruz. Herkes kendi zirvesini buluyor. Zirveden dönen gruplar da var artık. Kimimiz takılabilir peşlerine.
          Buzullara ulaşıyoruz. Rüzgarlı bir hava, bulutlar içine de düşüyoruz. Adem çok yüreklendiriyor Nezihat ve Neşe’yi.  Artık bulutlar, dağ ve biz varız. Bilinmeyen masallar ülkesinde duyumsuyorum kendimi. Esintiler içinde Zirvede birbirimize “Hoş geldin” diyor, gökyüzünü kucaklıyoruz. Saat 08. Bulutlar arasındayız, Havanın açık olduğu günler de Ermenistan, İran rahat görülürmüş. Öyle bir gün bulmak büyük şans olmalı. Şimdi bulutlar arasınayız, dünyadan koptuk sanki uzaya karışacağız.
       İniş daha az yoruyor ama zor. Riskli, dikkatli olmak gerekiyor. Yer yer oturup kayıyoruz karlar üzerinde, kayarak daha kolay iniliyor. Karlardan uçlara yelpazelenen kar kütleleri salkım saçak. Kara taşlara inat akça pakça.4200 kampı da kar saçakları arasında. Öğleye doğru inebiliyoruz kampımıza. Biraz dinlenmeliyiz de zirve etkisi sinmiş içimize saklı. Kampta yine toplanma telaşı. Katırlar, sesler, paketlenmiş eşyalar, toplanan çadırlar…
          Eşyalarımızı katırlara bırakıp tekrar yürüyüşe geçiyoruz. 3200 metrede konaklayacağız bu gece. Alıştık artık yürümeye, hiç zorlanmıyoruz. Yağan dolu keyfimize keyif katıyor. Bir grup dönüş için yola çıkıyor. Ana çadırda konaklayıp çayımızı içerken dolu duruyor, güneş açıyor. Hemen kuruyoruz çadırlarımızı , yine bir arada olmanın keyfindeyiz. Zirvemizi kutluyoruz gönlümüzce.
              Çadırda son günümüz. Yağmur yok, rüzgar yok,  Dağımız dingin bir gece yaşatıyor bize. Galiba en derin uykumuz da bu gecede saklı.

9 Temmuz 2014
KARLAR ARASINDAN  SICAK SULARA.
               Günün ilk ışıkları ile çadır komşularımıza, kamp çalışanlarımıza, atlarımıza, kayalarımıza,  çağıl çağıl akan deremize ve enginlere uzanan ovamıza “merhaba” diyoruz. Enerji yüklü kahvaltımız ardından  kamp yaşamına veda burukluğu ile toplanıyoruz.
             Keyifli bir iniş. Aşağılarda çadırlar, kayalar, koyun sürüleri, nal sesleri, çoban çadırları, patika yumuşak, hava güzel. Hacı Baba’nın çadırında çay- ayran keyfi ve veda.
             Ata da binelim mi? Olur, diyor Semra. 2200 metreye eşya almaya giden atlar bize eşlik ediyor. Çocukluğumda bindiğim atlar yanımda. Pazarlığımızı ediyoruz, biniyoruz atlara. Hatice, Semra ve ben. Dizili iniyoruz. At üstünde çevre seyri daha rahat. Tamamen  zihnime kazıyorum doyamadığım dağları. Dönüp dönüp Ağrı Dağına “Hoşca kal” diyorum. Zihnimde Sebahattin Ali :                                                                    
                             “Başım dağ saçlarım kardır, 
                               Deli rüzgarlarım vardır,
                               Ovalar bana çok dardır,
                               Benim meskenim dağlardır.

                                Şehirler bana bir tuzak,
                                İnsan sohbetleri yasak,
                                Uzak olun benden, uzak,
                                Benim meskenim dağlardır. “
           Necla gel biraz da senin olsun at keyfi. Adem durduruyor atı, iniş, biniş; nöbet devri. Şimdi  ben yürümedeyim. Yolumuz oldukça kolay bu kez.
         Çevirme köyüne iniyoruz. Minibüsler  bekliyor, eşyalarımız da yüklenmiş, Yeşil ovanın nazlı otları parlayıp dalgalanıyor rüzgarla. Doğubeyazıt’a geliyoruz. Eşyalarımızı otele attığımız gibi Diyadin’e yollanıyoruz. Kaplıcalara gireceğiz.
           Diyadin Tendürek dağları eteklerinde Ağrı’nın bir ilçesi. Tendürek’ten çıkan kaplıca suları da yüzyıllardır kullanılmakta. Diyadin eski bir yerleşim yeri.  “Kaplıcalar ilçe merkezine 7 km. uzakta ve Murat nehrinin doğu kıyısında. Çermiklerin bulunduğu arazi engebeli olduğundan, geniş bir alana dağılmış. Aralarında 500-1000 m. mesafe var. Buradaki sularda radyoaktivite, kalsiyum, sülfür, karbondioksit, Magnezyum, kükürt, bikarbonat ve demir vardır. Cilt hastalığı, özellikle romatizma ve siyatik gibi hastalığı olanlar şifa bulmak için buraya giderler. Kaplıca sularından meydana gelmiş çok güzel görünüşlü kalker tulleri ve traverten, buraları daha gösterişli yapmıştır. Bu kaplıcalara halkın akını haziranda başlar,Ağustos sonuna kadar devam eder. Yakın köylüler ve kasaba halkı diğer aylarda da yararlanır.”
    Hücrelerimiz şaşkın. İliklerimize kadar ısınıyoruz sıcak sularda. Hafifleyerek çıkıyoruz. Doğal köprüyü, ilginç kayalıkları, kayalıklar üzerine sıralanan martıları, ve fokur fokur kaynayan kaplıca sularını geride bırakıp otelimize dönüyoruz. Akşam yemeğimiz yine Cuma Bey’in evinde. Ev yemekleri farklı, dost söyleşisi ile  bölüşülüyor.
             Otelimizdeyiz, bu gece de  dinlenelim, sabah çevre gezimiz var.

10 Temmuz 2014
İSHAK PAŞA  SARAYI

       Semra tam iyileşemedi. Sabah Doğubeyazıt Devlet Hastenesi acil servisine gidiyoruz. İki serum veriyor doktorumuz, birini yanımıza alıp ekibimize katılıyoruz.
Otelde lobide bütün arkadaşlar. Hemen minibüse biniyoruz  İshak Paşa Sarayı uzak değil.  Doğubeyazıt  çıkışında karşımızda hemen. 
        Dağlar arasında  tepeden ovaya meydan okuyan  kendi küçük  adı büyük bir saray.  Kartal yuvasını andırıyor. 18. Yüzyılda yapılmış, Osmanlı mimarisinin güzel örneklerinden. Bakımı da yapılmış, korunaklı bir şekle getirilmiş konuklarını bekliyor yalnızlığın ortasında. Dünyanın ilk kalorifer tesisatı döşenen sarayı olması dikkatimizi çekiyor. Haremi, selamlığı, odaları, hamamı, mutfağı özellikle de tuvaleti dikkatle geziyoruz. Kuzey cephedeki engin ovaya bakan odanın cumbasını taşıyan ahşap ayaklar insan, aslan ve kartal şekliyle yapılmış. Aynı  döşemeden dört tane sıralı. İnsan İshak Paşa’nın, aslan gücün, kartal da yüceliğin ve egemenliğin sembolü olarak kullanılmış.
            Karşısına Ahmed-i Hani Türbesi yapılmış.  Ahmed-i Hanı 17. yüzyılda yaşamış Osmanlı Kürt edip, şair, tarihçi ve mutasavvıf. Yaşadığı yörede zamanşeyh olarak kabul edilmiş, halk arasında Hani Baba adıyla da anılmıştır. Ayrıca, molla (Molla Ahmed) olarak da tanınmaktadır. Hânî Aşiretinden olduğu ve Han köyünde doğduğu için Ahmed Hânî (Ahmed-i Hânî) olarak tanınmaktadır. Doğubeyazıt medreselerinde müderrislik ve İshak Paşa Sarayında kâtiplik yapmıştır. Dört dil (Arapça,Farsça, Kürtçe ve Türkçe) bilen Hani, eserlerini, dönemin tercih edilen edebiyat dili olan Farsça yerine Kürtçe yazmıştır. Bu dört dilin de bilinmesi gerektiğini söyler.En bilinen eseri, 17. yüzyılda Kürtçe'nin Kurmanci lehçesiyle yazdığı "Mem ü Zin"dir. Türbeyi 1990’daDoğubeyazıt Belediyesi yaptırmış.
       Türbeden çıkıyoruz. Nuh’un gemisini ve Meteor çukurunu göreceğiz.  Doğuya doğru yola devam ediyoruz. Yaylalardan geçiliyor. Dağlar boyunca ekili yoncalar var. Mor çiçekleri ile ovayı renklendiriyor. Toprak yolda 2320 metreye kadar yükseliyoruz. Yol geçit vermiyor, tamirat var. Geri dönüyoruz.
        Doğubeyazıt’ın içinde gezelim. Pasajları dolaşıyoruz adım adım. Sonra bir kafeterya buluyor, Ağrı Dağı seyri ile ayranlarımızı içiyoruz.
           Akşam sokak kahveleri çayı da keyifli. Kahveler sokaklara taşmış.
          Otelimizdeyiz. Sabah saat beşte kalkıp Van Hava alanına gideceğiz.

11 Temmuz 2014
ANILARIMIZDA
          Erken kalkmanın getirdiği mahmurlukla yollardayız. Tendürek Dağı’nın püskürtüleri ova boyunca sürerken köylere daha yakınız artık. Geride kalanları özleyeceğiz. Eşyalarımızı topladık mı, kalan giden var mı? Unutulan bir eşya yok ama anılarımız kaldı.
         Ağrı Dağı’nın çekiciliği, çıtı pıtı çiçekler, suların çağıltısı, katır sesleri, Adem’in Andre’yi çağırışı,  yağmur ve dolu sesleri, Carmen’in söyleşisi ve İspanyolca  aksanı, yemek masamız, çadır eğlencelerimiz, Cevdet’in yanık sesi, Cuma’nın ilk zirvesi, katırcılar, aşçı Adem’in kızını okutmayacağı gerçeği, Harun, yaz ortasında kalın giysilerimiz, sıcaklığımız, kahkahalarımız ve daha birçok şey  unutulmayacak. Anılarımıza yerleşti AĞRI DAĞI… Atiye KAÇAR