23 Kasım 2016 Çarşamba

UMUT
Üzümlü-Kılıçotu-Oyuk-Zorlar /20.11.2016 / 18 km
       Yollar kalabalık, her yerde  araç, her yerde insanlar telaşlı. Bu pazar sınavımız var , rekor sayıda kalabalıklığı ile. Rekor  sayıda vatandaşımız iş, aş umudu ile yollarda, sınava girecek, devlet kapısında iş bulma umudunu canlı tutacak. Görevli öğretmenleri de düşünürsek yürüyüşçü sayımız az bugün.
           Saat 08.30’da toplanıyoruz eski Fethiye Lisesi karşısında, Mercan pastanesi önünde. İki servis yeterli, yola çıkıyoruz hemen. Çatlarık yolları daha kalabalık . Okulların önü yanı da araç dolu. Sabahın serinliği ile Üzümlü yolu  ormanları susuzluğu unutmuş gibi.  Üzümlü de kış uykusuna yatmış ki tülünü almış üstüne. Dağlar önü ak örtü olmuş dumanlı, damlar puslu kızarmakta.Üzümlü okul yanı da sessizliğe inat kalabalık yine. Kahvelerin sağından çıkıyor, evlerin bitiminde iniyoruz servislerimizden. Yürüyelim arkadaşlar …
        Yüzyıllar öncesinden beri kullanılagelen taşlı köy yolundayız. Taş setler de örülmüş, eski, yosunlu. Yosunlu da yosunlar  kupkuru,kış da gelmek bilmiyor. Yağmura özlem sonsuz. Çam ormanı arasında Cadianda yolundayız. Cadianda’yı sağda bırakıyor, orman yollarını atlayarak patikalar buluyoruz. Tepeler tepeleri kovalıyor. Çok yüksekte değiliz bugün. Beş yüz metrelere kadar  çıkıyoruz.                                                          Üzümlü’nün doğu kapsından aşıyoruz, Kılıçotu evleri gözüküyor.
   Kılıçotu küçücük bir yerleşim yeri. Üzümlü’ye bağlı. Üzümlü dağını aştık ya, Akdağlar uzanıyor karşımızda. Yayla yolu seçiliyor uzaktan, Ceylan, Ören evleri belli belirsiz engin ovada. Yer yer orman yolları kesse de önümüzü patikalardan aşmaya kararlıyız.  Toprak öyle susuz, susuzluk ciğerine işlemiş kum savurmakta ortalığa. Sonbahar kızıllığı makilerde. Çam ağaçları yeşil olsa da hep aralarda meşeler, çitlembikler, çınarlar sarı sapsarı, bazen de kızıl kızıl yaprakları ile ille de sonbahar, diyor. Orman işçilerimiz var kesim yapıyorlar. Çam kokusu, dal kokusu, kabuk kokusu ile selamlaşıyoruz. Gerekli kesimlere bile rızamız yok, ormanlarımızı koruyalım, suyu toprakta tutmalıyız ki bu da bitki örtüsü ile olacak. Kuraklık kapımızda.
Dinlenmeliyiz , 10 km oldu  yürüyüşümüz. Rehberimiz rotamızı 15 km verdi ama, sanırım bizi kandırdı. Daha yolumuz çok,sıcak çok, içme suyu bitenlerimiz var, paylaşıyoruz.  Oyuk yaklaşıyor,  zeytin bahçeleri başlıyor, zeytin toplayan köylülerimiz  şaşkın bakıyor bize. Avarayız(avareyiz) biz böyle gezeriz dağlarda, hiç o kadar yol yürünür mü , demeyin.
    “Erenden kar, Çırpı’dan nar yiyeceğiz” diyor Sefai Bey. Nar bahçesi çıkıyor karşımıza da hasat bile edilmemiş, meyvecikler kurumuş  dallarda. İçim sızlıyor yine. Gündem zorlu: “ Bin derdim var hangisine yanayım” dedirten türden. Konuşuyoruz, diri tutmak için mücadele gücümüzü. Dolar yükseliyorsa tüm yaşamımız ağırlaşacak. Yediğimiz içtiğimiz, kullandığımız her şey dolarla ilişkili bir yönüyle. 1994 ve 2001’den çok başka yapıda bir ekonomik kriz uyarıları var. Gün günden ağır geliyor. Asker kayıplarımız bir yanda, Siirt’te toprak altında canlar bir yanda. Kör kıyımların canını aldığı kadınlarımızın acısı bir yanda. Küçük  yaşta amansız saldırılara uğratıp, sonsuz acılara boğduğumuz çocuklarımızın yükü bir yanda. Ölümler yüreğimizi yakarken kuraklık ve açlık kapımızda. Üreticiler isyanda. Bir domates üreticisi haykırıyor: “Hale gelip alın terimizle ürettiğimiz malımızı satarak onurumuzla yaşamak istiyoruz.  Sadaka istemiyoruz, hibe istemiyoruz, devletin parasını verseler zaten almayız, HARAMDIR. Bizi yönetenler Suriyelileri nasıl düşünüyorlarsa kendi vatandaşını düşünsün. Biz bu ülke için vergi veriyorsak, çocuğumuzu şehit veriyorsak,bu ülkede adam gibi yaşamak bizim hakkımız…” Bu ses bir çığlıktır!
             Oyuk Mahallesinden Atlıdere yoluna dönsek mi , yok, Zorlar’a inelim. Orman köy yolumuzun toz toprağı içinde kum savurarak yürüyoruz. Ören çayından ayrılan koca kanal can vermekte ovaya ve umuda. Köy yolu asfaltı kanal başına kadar gelmiş. On sekiz km oldu yürüyüşümüz de. Sürücülerimiz, okaliptüs ve çamlar arasında, su serinliği ve dinginliği ile hazırlamışlar odun ateşinde çaylarımızı. Murat  ustamızın lokumları da tat katıyor sıcak söyleşimize. Emeklerine sağlık sürücülerimizin.

          Mavi gökyüzü ak bulutlar serpiştirmiş ufka doğru. Yeni bir güç, yeni umutlarla dönüyoruz evlerimize.  “Yok” deyince “Hiç mi yok?” diyen insanlarız biz. Umut bizim kanımızda var.Atiye KAÇAR

8 Kasım 2016 Salı

KATRAN KOKUSU
Karabel-Belarası-İncealiler/06.11.2016- 17km.
            Fethiye Dağcılık grubu üyeleri toplanıyor, yayla yollarına koyuluyor. Denizden sonra dağlarda, Batı Toroslarda , Akdağ’ın tepelerinde dolaşacağız.
             Seydikemer’den yayla yoluna koyuluyoruz. Bir tarafta çam ormanı bir tarafta Ören Çayı, Seydiler ovası Atlıdere’den  Ören’ne uzanıyor, puslar içinde dağları delerek  ovayı kıvrım kıvrım yarıp geçen koca çay, Eşen Çayı kolları. Naldökenden sonra Dereyol’da çınarler(!) (çınar mı kavak mı?)rengarenk.  Sarıdan yeşile, kızıla karışan sonbahar renkleri . Dereyolda baharlar başka güzel yaşanır. İlkbaharda erguvanlar, sonbaharda çınarlar sunarlar tüm canlılıklarını. İçim açılır, Karabel’e çıkarken mutlak mola verip dağlarıma, doğa’ma doymak isterim.
            1300 rakımda, Karabel’in tepesinde iniyoruz servislerden. Sağa Belarasına dönüyoruz. Rakım yükseldikçe çam ağaçları ardıçlara bırakıyor yerini. Çobanların ayak izleri ile, belleklerde keçi çanları ile yürüyoruz. Daha önceki yıllarda  karşılaşılan çobanlar yok . Yankılanan çan sesleri gittikçe  uzaklaşıyor, dağlarımız yalnızlaşıyor. Akdağların eteklerinde, dağlar koynunda sarı sarı bahçeleri ile yayla köylerimiz. Belarası, karşı yamaçta, daha ötelerde Ambarkavak,Çökek aralıklarla serpilyor engin vadilerde. Biz sola dönüyoruz, Karabel dağını dolanıp İncealiler’e ulaşacağız.  Buralar gizli zenginlikler içinde. Meşelikleri  ansıyorum Kaplankayası ardındaki.
          İncealiler dağına yükseliyoruz ağır ağır, hava bir o kadar keskin yayla yeli ile serinletiyor terimizi. Bin altı, bin yedi yüz metrelere ulaşınca sedirler içinde kalıyoruz, katran kokusu ile dinçleşiyorum. Koca katran ağaçları kocaman yurdum. Sevdiceklerimi, kocaman yüreğimizle beni, bizi barındıran koca yurdumu saklıyor sonsuza uzanırcasına yükselen dallarıyla. Sonra beklenmedik yıldırımların, ağır bir deli poyrazın , yalnızlıkla kendini unutan şaşkın bir çobanın ateşi ile devriliveren koca sedirleri, ardıçları geçiyoruz. Dağlarımızın da  yüreklerine bombalar düşmüş, dağlarımızın da yollarına tomalar çıkmış, dağlarımızada da baskınlar talan etmiş ortalığı. Kuruyan koca gövdeleri yıkım yerlerine döndürmüş ortalığı koca ardıçlar; bombalanan şehirlerimiz gibi…
         Kara günlerin kara düşüncelerine meydan okuyan sedirler yeşilin kendine özgü serinliğini serpiyor  yüreğimize. Hele de yalçın kayalar içinde kök bulup, kayalar arasından dimdik fırlayan sedirler ayrı bir umut oluyor. Sonra toy sedirler doldurmuş boşluklarımızı. Yumuşak dikenleri, sarı-yeşil  yumuşacık iğne yaprakları ile fidan sedirciklerimiz. Gençleşiyor , dinamikleşiyor ormanımız. Bizim de yitip giden değerlerimizin gölgesinde yetişen gençlerimiz umut geleceğimize bu kara günlerde. Ne zaman son bulacak tutuklamalar, baskınlar, saldırılar; ağaçların  başkanı var mı? Bu hale dayanamazken  o halin ağır baskısını, akıl almaz uygulamalarını daha ne hale kadar taşıyacağız?.. Korku salmaksa amaç yüreklere, bizler: “Acıyı Bal Eyledik/
acıyı bal eyledik /
sıratı yol eyledik /
geldik bugüne /
 
ekilir ekin geliriz /
ezilir un geliriz /
bir gider bin geliriz/
beni vurmak kurtuluş mu /
 
kör olasın demiyorum/
kör olma da /
          gör beni /(Hasan Hüseyin)

           Katran ağaçlarına sarılıyor, katran kokusunu , ağaçlarımızın dinginliğini dolduruyoruz hücrelerimize. Dört kişi çevreleyebiliyoruz el ele kocaman gövdelerini sedirlerin, sevgilerimizi bırakıyoruz.
       Yemek molamız dağlar arasını mesken edinmiş bir çoban yerleşkesinde. Pardılarla çit çevrilmiş, ardıç kabukları ile damlar, su gereksinimi için de bir havuzcuk yapılmış. Bahçede meyve ağaçları, selviler yarı dökülen yaprakları ile hazan renginde.  Kupkuru ya ortalık, su yok çeşmeciklerimizde. Ardıç kuşlarımız çok yoruluyorlar su bulabilmek için. Ardıç ağaçlarımızın çoğalmasını isterken, onları yok ettiğimizi görmek istemiyoruz. Karşımız İncealiler’den Zorban’a uznıyor. Sağ yanımız  “Onioanda” antik kentini barındıran Asar tepesi, solumuz zirveye uzanan Erendağ ve eteklerinde Ceylan, Seki evleri . Artık inişteyiz, yolumuzu kolayladık.
          İnişimiz de sedir ağaçlarının büyüsünde. Yer yer orman yolu, yer yer çoban yolu, patika orman içinde. Sedirler bitki tüneli oluyor bazen.  
           Şimdi evler seçiliyor serpilen ovaya. İncealiler köyüne de yaklaştık. Bahçeler, bahçelerde tatlı sulu elmalar, güz hasatı ve gün yangısı yüzleri ile karayağız köylülerimiz. Bir teyze karşılıyor bizi keçilerini koymuş çitlerin içine. Halleşiyoruz, seviniyor, elinde ne varsa ikram edecek, o kadar zengin gönlü.
         Köy merkezinde servislerimiz. Sürücülerimiz odun ateşinde çaylarımızı da hazır etmişler, yayla serinliğine demli çayın buğusunu karıştırıyor, keyifli bir  gün gün sonu yaşıyoruz. Gökyüzü berrak maviliğine serpiştirdiği    ak bulutları  ile ayrı bir görsel şölende.  Seki ovası engin, Karabel gizemli, Dereyol çınarlı renkli, yolumuz ışıklı… Gün batımı ile Fethiye’deyiz. Atiye KAÇAR.
          




3 Kasım 2016 Perşembe

PEKMEZ TULUKLARI
Arsa- Koyat  Geçiti-Kayadibi- 30/10/2016- 15 km
           Bu pazar yolumuz Arsa’ya. Toplanıyoruz Fethiye Lisesi karşısında, Mercan pastanesi önünde: yolculuk başlasın. Saatlerin  akıllı telefonlarımızca, kontrolümüz dışında geri alındığını fark etmeyen yürüyüşçülerimiz çıkamıyor dağlarımıza.
            Zorlar Ovası, eski pamuk tarlalarımız, beton yapılar arasında yalnızlaşıyor, yoklaşıyor. Saklıkent yolundayız. Tarlalarda güz hasatı, güz renkleri. Ağaçlarda meyveler boynu bükük, alıp-satan yok. 0n kuruşmuş kilosu, toplama emeğini karşılamaz. Elma Seki’de perişan, nar Eşen Ovasında.
         Döver’den ayrılıyor, Bağlıağaç bahçelerini geride bırakıyoruz. Akdağ eteklerinde güne karşı köylerimiz. Yolumuz Arsa’ya; güz bereketini yaşayacağımız için coşkuluyuz. Fethiye’nin meyve deposu, adıyla özdeşleşmiş. “Arsa elması, Arsa üzümü, pekmezi “ özellikle aranıyor pazarımızda. Ta eski çağlardan beri yerleşim yeri, bereketli topraklarıyla. Arsa adı önce arazi parçası anlamını çağrıştırıyor; ancak köyümüz adını Likya antik kentlerinden olan “Arsada”dan alıyor.” Arsada” Likçede  akarsu anlamına geliyor. Köyün çevresindeki bol akarsular  bunu gösteriyor.(Sular bu sene coşmak için yağmur bekliyor.)Arsa adı Osmanlı dömeminde de  “Arısu” olarak  geçiyormuş. Akdağ eteklerinde, Gömbe’den Uçarsu’dan  gelen kaynaklar kanyonu besliyor da bu sene yağmur yok, kupkuru arklar, dereler, kanyonun dibi… Toprak kuru, bağlar bahçeler , kekikler, çakırdikenler kupkuru. Çeşmeler var bir iki cılız suları ile.
               Köy yolu ve meydanda altyapı çalışmaları var, üzümler toplanmış bir iki traktör kasalarla geçiyor yanımızdan yöremizden. Yürüyüşe başlıyoruz, asma lar karşılıyor, nasıl da tatlanmışlar. Bereketiniz bol olsun, diyorum, asma bahçelerinin birinde bir teyzem gül yüzüyle karşılıyor bizi. Aşağı Mahalleye yöneliyoruz, güz yangısı güneş. Bol meyve, bol su gerekli, iyi terliyoruz. Üzümler narlar elmalar incirler dallarda, elimizde, ağzımızda. Gözümüzü doyuruyoruz öncelikle.
           Asma bahçeleri bitiyor, elma ağaçları yerini zeytin ağaçlarına bırakmış olmalı, yeni dikilmiş zeytin ağaçları var. Karşımızda yalçın kayalıkları ile Kayadibi tepesi. Bayırdan aşağı salınıyor, kanyona iniyoruz. Yerler kupkuru, kanyonda su yok.
        Kayadibine yöneliyoruz. Arsa tamamen karşımızda şimdi. Ençok asma bahçesi var yeşille  sarı arası. Evler küçülmüç asmalar büyümüş. Bağlar arasında su yolu kuru. Çalılar yaz kış yeşil ya yetiyor.   Akdağın eteklerinden Eşen Ovasına uzanıyor önümüz.  Koyat Geçiti yalçın kayaları ile önümüzde. Dimdik patikadan zikzaklarla iniyoruz. Kanyon sularını besleyen dereler kesiyor önümüzü , dereler de susuz. Üç taş köprümüz var antik çağlardan kalma. Taş kemerleri ile yıllara meydan okuyorlar. Köprüler susuz, dere kenarlarında ağaçlar sarı sapsarı. Defnelerin yaprakları büyüyememiş, çitlembikler sarı kızıl.
         Doğa renklerini seriyor önümüze… Çınarlar, asmalar; İncir, ayva , elma ağaçları yeşilden bir sarıya  bir turuncuya koşuyor.Sonbaharın güzelliği.
          Evlerde de güz telaşı, eh üzümler kaynasın, pekmezler yapılsın. Tuluk kullanan var mıdır acaba hala! Gözümün önünde, belleğimin en güzel yerinde Arsa’nın pekmez tulukları.
          Babamın asker arkadaşı vardı  Arsa’da , Memiş(Karadayı) amcamız. Çok pekmezini yedik çocukluğumuzda. Seki’den atlarla Fethiye’ye  un  getirip satıyor babam. Koyat geçitinden Arsa’ya geliyor, Memiş Amca’dan pekmez alıyor tuluklarla, yükletiyor atlara, Seki’de buğday karşılığında satıyor, tekrar un yapıyor, tekrar yola çıkıyor. Tuluklarda pekmez lıkır lıkır at yürüdükçe. Atın ayağı kaysa parça parça olur, diyor babam gülerek.
            Pekmez tuluklarda, tereyağ karında (kurutulmuş keçi- koyun işkembesi), peynir deride,saklanıyor o zamanlar. Çamaşırlar küllü su ile , dere kenarında, çamaşır taşlarında, küllü su ve tokuç ile yıkanıyor, kızıl heybede saklanıyor. Tas olarak , sıcak su için alavırt (su  kabağı)kullanılıyor; su toprak testilerde  evlere taşınıyor. Çocuklarımız sorguçla besleniyor, emzik yok. En çok da tarhana çorbası içiliyor, üç öğün  yoğurt yeniyor. Kaşıklarımız ağaç, kap kacağımız bakırdan. Kalaycılarımız var köylerimizde . Plastik girmemiş hayatımıza henüz, kanser tehdidi yok. Herkes evinde , bahçesinde yetiştirdiğini yiyor komşusuyla bölüşerek.Yiyecekler de paketlere girmemiş daha. En güzel tatlımız iki bisküvi arasına sıkıştırdığımız Elmalı lokumu pembe pembe. Memiş Amcam yardıma geliyor çok işimiz olduğunda. Araç yok, egsoz kokusu tanımıyor genizlerimiz. Çeşme başlarında ağaç köşklerimiz var çınar gölgelerinde. Arsa’da profilden yapılmış köşk de gördüm  çeşme başında. Her şey değişti. Her şey değişti de en zoru  ölümlerin değişmesi. Yaşlanarak ölenlerimize ağıtlar yakamıyoruz, daha acı gençlerimizin  kayıpları. Güne her güne yeni bir sancı ile uyanıyoruz. Şehit haberlerinin önüne geçti baskın, gözaltı,  tutuklama haberleri. Daha dün Cumhuriyet gazetesine yapılan baskınla yaşıyoruz acı günlerimizin birini. Yaşam alanlarımız daralıyor, İlerleyeceğiz derken daha gerilere  gitmek çocuklarımız adına kaygılandırıyor, korkuyu büyütüyor. Cumhuriyetimizin kazanımlarına sahip çıkacak gençlerimizin haykırışları serinletiyor yüreklerimizi.” Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler…”
          Kırkayak olup zıkzaklarla iniyoruz. Nar bahçelerinden geçiyoruz. Kanalımızda su var, coşkun sularla serinlemek kendimize getiriyor. Saklıkent yoluna iniyoruz, çeçme başında servis sürücülerimizin hazırladığı çaylar ve yürüyüş dostlarımızın sıcak söyleşileri alıyor tüm yorgunluğumuzu.  Dönüş daha keyifli şimdi. Atiye KAÇAR.
                           



26 Ekim 2016 Çarşamba

SUSUZUM, SU  İSTERİM
Devrent Boğazı, Karaağaç, Alınca, Kabak /23 Ekim 2016/ 15 km.
            Fethiye Dağcılık üyeleri, pazar yürüyüşçüleri yollarda yine. Fethiye lisesi karşısında toplanıyoruz. Sayımız artıyor, üç servisle çıkıyoruz yola. Ölüdeniz’den geçeceğiz , deniz seyrimiz var yine. Taşyaka’dan Ölüdeniz ‘e yollanıyoruz. Ormana daldıkça Fethiye’nin pazar mahmurluğu geride kalıyor.Ovacık’tan sonra Ölüdeniz açılıyor önümüze. Faralya yolunda Babadağ eteklerinde kıvrım kıvrım yol alıyoruz.
          Hava daha berrak, deniz daha mavi. Akdeniz ebruli mavili. Dağlar denize yol bulma telaşında,  On iki adalar birbiri içine girmiş. Dağların ardı da deniz, denizin ötesi de dağlar. Göcek’e uzanıyor bir tarafta gözlerimiz. Ufka doğru açık denizde Rodos adası pek belirgin bugün. İnce uzun maviler içinde. Faralya’da yeşiller içinde evler tenhalaşmakta. Kelebekler Vadisi seyir tepesinden Kirme’ye doğruluyoruz. Babadağ dim dik iniyor denize. Yalçın kayalıklar heybetli. Kirme evleri denize nazır, sabah  güzelliğini yansıtıyor. Kirme de geride kalıyor, asfalt bitiyor, kıvrıla döne tırmanıyoruz  Babadağ’ımızı. Biz yükseldikçe deniz daha bir açılıyor enginlere uzanıyor.
        Devrent Boğazında 900 m’de iniyoruz servislerimizden, sağa yol alıyoruz. Tırmanış yok bugün önce denize paralel yürüyeceğiz, sonra inişteyiz. Toprak kuru, kum tozuyor. Su istiyor dağlar, taşlar, kuşlar, böcekler, arılar, otlar, çöpler, .. Rehberimiz “su kaynağı yok” bilgisini vermişti. Dağlardayız ve su kaynağımız yok. Bir çelişki bu, adsız çeşmelerimiz , küçük su gözlerimiz vardı bizim. Çoban çeşmelerimiz gezerdi bağdan bağa. Orman yolundan patikaya geçiyoruz. Çalılıklar içinde yol bulunuyor, deniz seyri ile avunuyoruz.
       Karaağaç’tayız. Köy meydanında bir kalabalık var. Yemekler yapılıyor. Bir genç karşılıyor bizi. Buyur ediyor yemeğine. Asker yemeği, diyor. Arabanın birinin önüne yazmış kocaman” 20 yıllık filme, 12 ay reklam arası, iyi seyirler” Ne seyredeceğiz a kuzum, kınalı kuzum; sürüp giden savaşı mı, hain saldırıları mı, patlayan bombaları mı,  yitip giden canlarımızı mı, pervasızca yapılan açıklamaları mı, silahı mı, silahlanmayı mı?  “Yaşamak isterken delicesine, ölümü mü özlüyoruz.”  Anacığın kokunu özleyecek kuzum, yüreği hiç soğumayacak sen  dönene (dönebilirsen) kadar. Yani benim kuzularım, kınalı kuzularım, ne için öldüğümüzü bilmeden ölüyoruz ya,  bizi ölmeden öldüren ölümlere DUR diyemiyoruz ya, içimi acıtan o. Keşkeğin de çok tatlı, etli nohutun da aşuren de. Sağlıkla dön baba ocağına can kuzum, sağlıkla dönsünler  tüm  kuzularımız.
        Çınarımızda mola verelim, gürül gürül suları ile çeşmemiz vardı dibinde, bir de tahta köşkümüz. Toprak yolun tozunu kaldıra kaldıra geliyoruz çeşmemize: SU YOK. Sularımız kara borulara girmiş. Sağa sola koşuyor. Çınarımız , koca çınarımız kurumaya yönelmiş, kupkuru kökleri kuru derenin içinde.Köşkümüz de dayanamamış susuzluğa, çökmeye yüz tutmuş. Tahtalar çürük çiviler çıkmış, belli ki kimse uğramıyor su olmayınca. “Susadım, su isterim” diyor; köşk, çınar, toprak, yaprak, börtü böcek. Dayanacak çınarımız, çınarlarımız. Koca çınarlar devrilmez, devrilebilemez. Sonbaharı erken getirmiş sadece, yapraklarını erken dökmüş. Derinlerde bir su bir ışık bulursun ey koca çınarım. Yağmurlar da gelir, umudumuzu yitirmemeliyiz. Şimdilik kesseler de suyumuzu, biliyorum ki köklerimiz derinlerde, sağlam, yeşereceğiz, yeşermek zorundayız.
            Yolumuza paralel patikamızdan inişe geçiyoruz.Deniz tüm nazlılığı ile  dağları, adaları, yeşille mavinin sarmaş dolaşlığı ile önümüzde. Alınca  çam ağaçları arasında gizli  birkaç yapısı ile sonbahar dinginliğinde.  Likya yolu zikzaklarla iniyor aşağı. Ağlayan kayalarımız sularını damlatabilmek için kışı bekliyor. Su kaynakları yok . Küçük küçük yürüyüş gruplarını selamlıyoruz. .Belçikadan gelen beş altı kişi, Alınca’ya doğru yol almakta. Çam ağaçlarının gölgesi sıcağı kesiyor.
            Kabak  evleri serpilmiş yamaçtan aşağı. Orman içine gizlendiğini sanan yapılar tepeden kuşbakışından kaçamıyorlar. Koy’umuz  sakin çekici, dalgaları kımıl kımıl kumlarda. Yemek molasını bile kısa tutmak istiyorum suya ulaşmak tek tutkumum şimdi. Acelem var, Haydi Abdurrahman Abi, Rehberimiz de hızlanıyor.Sıra sıra ağaç evlerin dibinden kumsala ulaşıyor, hemen de denize atlıyoruz. Dinlendiriyorum tüm kaslarımı, beynimi.  Denizden alıyorum engin, sonsuz yaşam direncini. Yalçın kayalar, dimdik Babadağ sağlam duruyor arkamızda.

            Anayolumuza  ulaşmak için yarım saatlik son tırmanışımız var. Bir grup servisle yol buluyor. Son terlerimizi de atıyoruz, Kabak köyünde, yol kenarı tesislerinde, Özgür’ün yerinde denizimizin ve koy’umuzun seyri ile dinleniyoruz. Dönüşümüz yine günbatımı kızıllığı ile.. Atiye KAÇAR

19 Ekim 2016 Çarşamba

DENİZ   DENİZ   DENİZ
Faralya – Aktaşlar – Kabak ,14 Km, 16.10.2016
               Pazar sabahları özlenen gün. Günün, haftanın ağır ve yoğun gündemine enerji toplama günü. Çocuklar gibi şen, yollardayım yine. 08.30’da toplanıyoruz eski Fethiye Lisesi karşısında, Mercan Pastanesi önünde. Yeni yürüyüşçü arkadaşlarımız  oluyor, doğa virüsü bulaşanlarımız var.”Bir kez yürürüm , çok zordu  diye düşündüm geçen hafta; ancak  çarşamba gününden gözlemeye başlar oldum pazar gününü” diyor, Emine öğretmenimiz.
               Sıcak söyleşilerin ardından yoklamamız alınıyor, hazırlıklarımız tamamlanıyor, rehberimiz  Yusuf Çilengir de biniyor servislerimize, yola çıkıyoruz sabah serinliği ile ne kadar sıcak yiyeceğimizi bilmeden.
          Fethiye’miz uzanırken seraları ve betonlaşan ovası ile denize doğru çam ormanları arasında Ovacık’a yol buluyoruz. Ovacık ilkokulu yerine yapılan çifte minareli cami tamamlanmış, okullarımızın yerini camiler almasa da her okul imamhatip okulu olacak, kaygılanıyoruz. Hele “Proje okulları”projesini anlamak olası gelmiyor , kabul görmemiz olanaksız, aklımız almıyor. Hisarönü tepesini aşıyoruz deniz uzanıyor boylu boyunca, bir serinlik yayılıyor zihnime, gönlüme.
              Ölüdeniz’den  Faralya yönüne dönüyoruz. Babadağ denize inmiş ya zor  yol vermiş Faralya’ya. Kıvrıla döne deniz, deniz,  diyerek keskin kayaların yol verdiği Kelebekler Vadisi’ni görmeye çalışıyoruz. Uzunyurt da dediğimiz Faralya’da “Faralya camisi” yanında iniyoruz servislerimizden. Açık uçuk mavi bir gökyüzü ; mavi, turkuaz, lacivert bir deniz. Deniz seyri , deniz büyüsü ile deniz kıyısına ulaşmayı amaçlıyoruz.
            Kelebekler Vadisi seyir tepesi, deniz dibimizde. Atlasak mı, uçsak mı? Aşağılarda ince kumları  yalamakta mavi, serin sular yalçın kayalar arasında saklanan yeşil vadisiyle kelebeklerin. Dalganın tatlı şıpırtısını duyumsuyorum, deniz tutkusunda boğulacağım.  Yürüyoruz deniz eşlik ediyor sağımızda, vakur çam ağaçlarının sarı-yeşil dalları arasında. Önümüzde zorlu bir tırmanış. Kayalıklar arsında yer yer emekleterek bizi, ilerliyor patikamız. Hava sıcak, nemli. Yetmiyor gölgede yürümek, toprak kuru, yapraklar kuru, baharın yeşillenen çalılıkları kuru. Yağmura , suya özlem sonsuz. Çoban çeşmelerimizin çoğu da kuru artık. önümüze orman içinde plastik borular, su hortumları çıkıyor yer yer. Dağlarımızın  çoban çeşmelerinin suları taşınıyor bir yerlere. Kabak koyunda hortum demetleri önümüzde. Üzülüyorum.
            Deniz ve dağ eşsiz uyum içinde: Yer yer kayalıklar, küçük koylar, köy evleri , yer yer yol üstü çeşmeleri, bir iki keçi, ara ara çoban yerleşkeleri bizim güzelliğimiz. Faralya’dan Kabak koyuna ve köyüne kadar görmek istediğimiz bu. Doğal yapı bozuldukça yoksullaşıyor, yoksunlaşıyoruz. Çoban çeşmelerimizin su verdiği canlılar yok oluyor, endemik çiçeklerimiz, bitkilerimiz, böceklerimiz, solucanlarımız  yok oluyor. Kuşlarımız yerleşim yerlerine yaklaşıyor yaşam bulmak için, yaşam bulamıyor: SU YAŞAMDIR.
          Çam ağaçları, tepecikler arasına gizlenmeye çalışan, ormanlarımızın bağrını deşerek oluşturulan oteller, moteller, ağaç evler doğal plajlarımızı da, doğal yapımızı da, ormanlarımızı da bozuyor, kirletiyor. Sularımız borularla  saklı yapılara taşınıyor hoyratça. Sonra yaprak kuru, toprak kuru, çevre kirli. Denize bakıyorum:deniz engin, deniz coşkun, deniz özgürlük, hafiflik, sonsuzluk, güzellik. Deniz deniz deniz…
        Aktaşlar’a ulaştık ter içinde. Sular serin, mayolarını giyen atlıyor : Coss! Dinleniyor ayaklarımız, dinleniyor hücrelerimiz. Deniz deniz deniz… (Anadolumda  sobalar yanarken biz denizdeyiz, şanslıyız.) . Yemek molamız da burada  deniz eşliğinde. Yolumuzu yarıladık ama beş altı kilometremiz var daha. Deniz kıyısından, Babadağ eteklerinden devam ediyoruz. Toprak kuru un olmuş, bastıkça adımlarımız savruluyor ince ince.
          Yine deniz, yine yeşil, yine  ağaç evler, yine su boruları, … Kabak bir başka nazlı sonbahar dinginliğinde. Yaz kalabalıklığından kurtulmanın keyfinde. Suları pırıl pırıl, yeşili berrak. Yüzmeden olmaz, yarım saat de bu sulardayız.
           Kabak kalabalıklaşan evleri ile yükseliyor dimdik Babadağ’ın zirvesine doğru yalçın kayaları ile. Zikzak patikayı tırmanmak emek ister. Ağır adımlarla ağır ağır yükselirsin, deniz uzar gider kıvrım kıvrım. Tesislerin arasına dalarsın, yol bulursun. Patikanın günden güne betonlaştığına tanık olursun, değişimi anlatırsın, dinlersin kendin, duyan olmaz. Köye ulaştığında deniz seyri ile oturursun yol kenarı köy evlerinde,içersin çayını,kahveni, ayranını biranı, dinlenirsin. Öyle yapıyoruz, salkım saçak dağılan yürüyüşçüler toplanıyor artık.  Servisler de hazır bekler, dönüşümüz, gün batımı seyri ile. Atiye KAÇAR-  FETHİYE DAĞCILIK.

             

11 Ekim 2016 Salı

                      MAVİ MAVİ MAVİ
SARSALA KOYU- KLEOPATRA HAMAMI- GÜNGÖRMEZ KOYU- 09.10.2016 /12 KM.
          Pazar günleri doğa günü bize. Doğaya sığınma, ter atma, güzellikleri içimize sindirme günü. Yitirme ürküsü ile sarıldığımız dağlarımız, taşlarımız, denizlerimiz, kuşlarımız, yollarımız; uzak, titrek köylerimiz var. Var olduğumuzu bilme, varlığımızı görme, gösterme tutkumuz depreşik. Kötü günler yaşadığımız bu günlerde sarılıyoruz birbirimize. Bir haftalık özlemle “günaydın”  diyoruz  yürüyüş dostlarımıza. Günümüz aydın olsun, güzel yurdumuzun üzerindeki kara bulutlar kalksın, ülkemiz aydın olsun.
          08.30’da toplanıyoruz eski Fethiye Lisemizin karşısında, Mercan Pastanesi önünde. Yolumuz uzun, rehberimiz Yusuf Çilengir listesini kontrol ediyor, üç servisle yollanıyoruz Muğla yoluna, Dalaman’dan  geçip Sarsala Koy’una ulaşacağız.
           Muğla yolundan ayrılıyoruz Dalaman’da, denize çeviriyoruz yönümüzü. Kükürtlü suları ile Tersakan Çayı  keskin kükürt kokusu ile kıvrım kıvrım yanımızda. Ova, portakal ve nar bahçeleri ile gönlümü açıyor. Yapılaşma çok değil henüz. Nar bahçeleri kıpkırmızı meyveleri ile müşteri bekliyor:yok. Ağaçlarda mahzun çatlamaktalar. Kapıkargın köyünü geride bırakıp tepeye vuruyoruz. İki göl beliriyor sağımızda. Sazlıklar arasında bir küçük göl “Baldımaz Gölü”, hemen sonrasında “Kocagöl”. Sabah dinginliği ile kımıltısız suskun uzanıyor. Yeşili almış içine sınırını yutmuş yansıma. Küçük adacığı  da narsist suya yansımasını izlemekte.
           Gölün seyrine dalmışken tepeyi aşıyoruz birden deniz uzanıyor önümüzde. Adalar arasında sanki daha daha koca bir göl. Yelkenlileri, yatları salınmakta mavilerde. Sarsala Koyu aşağılarda nazlı nazlı uzanıyor kumsalıyla. Kıvrıla döne iniyoruz koyumuza. Servis sürücülerimiz Mehmet ve Zafer Beyler çıkarsınlar koyun keyfini ; biz yürüyeceğiz.
          Koyun sağından patikadayız. Denizimiz solumuzda şimdi. Mavi mavi mavi uzanıyor, çağırıyor hoyratça. Patikamız yer yer,  yere uzanmış kayalardan atlatıyor bizi. Çam ağaçları korusa da  güneşten nem epey terletiyor. Akşam yağmur yağmış ki yerler ıslak, taşlar yosunlanmakta. Tepeyi aşınca denizin dibine iniyor patikamız. Şıpır şıpır su sesleri eşlik ediyor uzun süre bize. Teknelerin yaklaştığı bir koya ulaşıyoruz. Hamam koyu diyor çalışanları. Çadır kampları ile yolcularını bekliyorlar. Daha çok da yatların  gereksinimlerinin karşıladığı bir koy. Devam ediyoruz. Kleopatra Hamamı’nda denizimize dalacağız. Mısırlıların kraliçelerini korumak için yaptıkları doğudan batıya, bu koydan başka bir koya  uzanan bugün yer yer yıkılmış koca bir duvar  var. Kapı koyu adı da bu duvardan geliyor. Koca duvar deniz kıyısından yol veriyor patikamıza.  Zeytin ağaçları ve keçiboynuzu ağaçlarının çam ormanıyla harmanlaştığı bu koyda atacağız terimizi.  Yürümek isteyenler bir tepe daha aşıp Güngörmez koyuna ulaşacak.
             Kleopatra’nın tatillerde geldiği bu koyda kullanmak için yaptırdığı hamam kalıntıları denizin içinde. On beş yirmi sene önce hamam kalıntılarının tabanı da sular içindeydi. Sular çekilmiş sanki kalıntılar daha bir su yüzeyine çıkmış. Hamam kalıntıları içine dalıyoruz, renk renk balıklar sularda. Deniz  berrak, serin; irili ufaklı adalar sarmalamış sularımızı; sular  mavi mavi mavi. Kleopatra hala buralarda geziniyor mudur?       
            Güngörmez   yolcuları  ıssız sessiz yalnız konuklarını  bekleyen mavilerde denize giriyorlar. Ulaşım daha zor, daha yalnız kalmış bu koy. Yatlar da uzak buluyor olmalı.
           Dönüşümüz daha kolay sanki. Yolu biliyoruz; tüm yorgunluğumuzu mavilere bıraktık. Ankara Garı’nda yaşanan katliam yıldönümü sessiz sözcüklerde uçuşuyor. Suskunluğumuzda, denizin enginliğine, dağların  doruklarına baktığımızda içimiz acıyor derinlerde.  Anma sırasında da acılar yaşanıyor. Güzel yurdumuzu ölümlerden, yıkımlardan arındıracak  bir ışığa gereksinim duyuyor bellekler. Gençlerimiz "Gün gelecek bu ülkenin kanlı meydanlarını, dağlara ve denizlere açılan tüm sokaklarını, patikalarını özgürlük türküleriyle çınlatacağız" diyorlar, umutlanıyoruz.    Ataol Behramoğlu  “Yaşamak görevdir yangın yerinde…”diyor. Ben de (biz de) bu dürtü ile yazıyor, okuyor, yürüyorum.      
               Dönüşümüzde gün gölgeye dönse de terletiyor seri yürümek. Bir yanda deniz söylemekte en güzel türkülerini, bir yanda dağlarımız yeşilin binbir tonu ile yansıtmakta gün ışıklarını. Yorgunluğumuz Sarsala  Koyu’nun sularında kalmalı. Kumsala ulaşan tatlı bir telaşla mayo derdinde, yürüyüşçülerin öncüleri denize dağılıyor. Su serin dingin yine, yorgun kasları dinlendirme derdinde serinlik serpiyor yüreklere. Gün batımını Fethiye sularında yaşayalım, diyor yollara düşüyoruz. Kızıl narlarda asılı kalıyor son bakışlar.
         Yürüyelim dostlar, doğanın sesini dinleyelim, sağlıklı kalalım, her Pazar sabahı  yollarda olalım. FETHİYE DAĞCILIK






27 Eylül 2016 Salı

SEZONUMUZ    AÇILDI
Hisarönü- Kayaköy – Ölüdeniz Likya yolu , 10 km.26
          Fethiye Dağcılık pazar sabahlarını yollarda karşılayacak artık. Yaz güze döndü, yürüyüş sezonumuz açıldı.. Büyük bir bekleyişin ardından kucaklaşıyoruz Eski Fethiye Lisesi karşısında, Mercan Pastanesi önünde. Öyle de çoğalmışız ki doğa dostları bir arada olmanın keyfine hasret kalmış, dört servislik olmuşuz. Rehberimiz Yusuf Çilengir elinde küçük notları ile sayımızı alıyor, saat 08.30’da yola koyuluyoruz.
        Sabah mahmurluğunu yaşarken sokaklarımız, Ölüdeniz rampalarına sarıyoruz  çam ağaçlarına kavuşmanın özlemiyle. Ovacık’tan Hisarönü’ne dönüyor, Nikolas Park’ın önünde servislerden iniyoruz. Çam ormanı içinde patikaya Hisarönü  tepesine yola koyuluyoruz.
        Güneş parlasa da yolumuz Fethiye’mizin eşsiz ormanları arasında ulu çam ağaçları içinde. Yerler kurumuş çam yaprakları ile yumuşacık. Çam püreleri arasında bizim “Buhur  u  Meryemler, yani sıklamenler. Kuru yapraklar arsında yeşilleri renklendirmişler , gülüyorlar bizlere. Güneş ışıkları asılı kalıyor dallar arasında. Kayaköy sırtlarına yollanıyoruz. Aşağılarda kalıyor artan yapılarıyla Ovacık ve Hisarönü. Sonra göğü delen demirleri ile vericilere ulaşıyoruz. Bu güzelliğin içinde içim burkuluyor.
       Kayaköy  asırlar öncesini çağıran kalıntıları ile çamlar arasında bir görünüp bir kayboluyor derken Soğuksu sırtlarına varıyoruz. Deniz büyüsüne kapılıyor tümümüz.Su pırıl pırıl, su berrak, su ferah, su serin, su engin, su sonsuz. Dantellenmiş yeşille mavi iç içe. Yeşil maviye dönüyor; mavi yeşile.  Akdeniz turkuazı uzanıyor kıvrımlanarak Darboğazdan ötelere. Az  bulutlu gök mavisi de karışıyor şenliğe. Kırkayak misali sıralanıp patikaya iniyoruz  kıvrım kıvrım ölüdeniz sırtındaki tepeye. Soğuksu’dan gelen patikayla buluşuyor, asırlık keçiboynuzu ağaçları altında yemek molasına geçiyoruz. Güzellikler içinde güzel yurdumuzun yaşamakta olduğu savaş ve korku halleri zihnimizde. Daralan yaşam alanlarımız, açığa alınan binlerce insanımız…. Sanmayın suskunuz.
       Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Naumann,1970’lerin başında  “Suskunluk sarmalı” teorisini geliştirir. Söylediği özetle şu: “ Eğer savunduğunuz fikir, toplumun genelinde kabul görmüyorsa, onu söylemekten vazgeçersiniz. Çünkü herkes, içinde yaşadığı toplumdan dışlanmaktan, genel-geçer görüş sahiplerince damgalanmaktan korkar. Susmak, bu korkuya karşı alınan bir tedbirdir. Farklı fikir sahibi, dışlanmayı göze almaktansa kabuğuna çekilir, sessizliğe gömülür. Korkusu büyüdükçe, genel - geçer görüşe uyum gösterme teslimiyetçiliği nükseder.kişiler gördüğü haksızlıkları görmezden gelmeye, görüyorsa da ses etmemeye başlar. Dahası, toplumsal onay alabilmek, kendini koruyabilmek için yaygın görüşün yanında saf tutar, onu yüksek sesle dillendirmeye başlar. Bu sarmal, hâkim görüşü güçlendirir.” Böylece üç maymunlar kalabalıklaşır.
            Bu yaz yaşadıklarımız, on beş temmuz olayları, korkularımızı büyüttü. Ardından gelen uygulamalar  yaşam alanlarımızı daralttı. Askerlerimiz Suriye’de bir taraftan. Patlamalar, canlı bombalar körüklemekte korkuları. Suskunluk sarmalında mıyız?
       Kitleler susarak büyüttüğü  belanın, yakında kendi kapısını çalacağını biliyor;suskunluğu gördükçe, ailesini,geleceğini düşündükçe daha çok korkuyor, daha çok susuyor. Amaa bu duruma “dur” diyenler , her şeyi göze alıp konuşanlar da var hala . Dışlanmayı, yalnız kalmayı, suçlanmayı göze alanlar “suskunluk sarmalını” yaranlar var. Umut olup güzel günleri çağırıyorlar. Şortunu giyıp sokağa çıkan kadınlarımız gibi.  oturma eylemi ile öğretmenlerine sahip çıkan İzmir Fen liseliler gibi. Fethiye Dağcılık üyeleri de  şort giydiği için saldırıya uğrayan Ayşegül Terzi'ye destek eylemine destek oluyor, şortunu giyerek yürüyor, korkanların da sesi oluyor.
    Yemek molamız ardından toplu fotoğraf çekiliyoruz. Doğadan aldığımız güçle daha güçlüyüz.  Yola devam ediyoruz. Ölüdeniz’in karşısındayız hemen, Lagun’un tepesinde. Kumburnu  bölmüş sanki denizi de yol vermiş sulara. Babadağ solumuzda zirvesi bulutlar içinde. Zirveden salkım saçak paraşütler süzülmekte  engin Akdenizin üstüne.Geze döne iniyorlar parlak Kıdrak sahiline.Faralya uzanıyor eteklerde denize doğru. Kelebekler Vadisinin göğe uzanan yalçın kayalıkları kızarmakta belli belirsiz. Ufukta Rodos Ada’sı tüllenmekte.  Sağ yanımızda yeşille su kıvrım kıvrım, sarmaş dolaş. Deniz coşturuyor, yol yoruyor, su çağırıyor, adımlar sıklaşıyor, kendimizi atmalıyız serin maviliklere.
         Sun City önüne iniyoruz; deniz dibimizde, kumsala zor sabredeceğiz. Bir koşu sanki  Kumburnu- Kıdrak arası. Kızgın kumlara ulaşan sırt çantalarından kurtulup kaş ile göz arasında suya atıyor kendini. Şimdi herkes Mavi sularda, cosss… Saat  16. 30 Hareket saatimiz, diyor rehberimiz Yusuf Çilenger. Son dakikaya kadar suyun keyfinde olanlar da var, Kumsal Pide’nin bahçesinde Akdeniz  esintisi, çay veya bira  ile dinlenmeye çekilenler de.
       Yürüyüş sezonumuz başladı: Mutluyuz, Pazar günleri doğadan aldığımız güçle tüm haftayı dolduracağız. Daha güçlü, daha umutlu, daha üretken ve en önemlisi daha sağlıklı yaşamayı seçeceğiz. Atiye KAÇAR

        

         
        


12 Ocak 2016 Salı

DENİZ  TUTKUSU
Kayaköy- Soğuksu- Ölüdeniz.10. 01.2016
          Fethiye’de yürüyüş yolları bir başka.  Tarih derinlerde, yeşil göklerde, deniz her yerde.
          Bu pazar sabahı yollardayız yine. Öğleden sonra yağmur olabilir . Deniz tutkusu yürüyüşçü sayısını arttırmış yağmur kuşkusuna inat.. Üç minibüsle çıkıyoruz yola. Debboy’dan tırmanırken Kaya yoluna,             Fethiye uzanıyor bir tarafı adalar arasında  sonsuzluğa uçarcasına Akdeniz, bir tarafında yapılarla dolan ovamız ve sera denizimiz. Denizin üstünde Çal Dağı giymiş  ak kürklerini. Seyrediyor Babadağ ile Mendos kardeşliğini. Akdağların zirveleri de karlandı. Kış dengeli gelsin.
              Kayaköy’de Kuyubaşında bırakıyoruz servislerimizi. Kahve sabah suskunluğunda, çınarımızda baykuşumuza selam veriyoruz.  Köyümüzün sokaklarına dalıyoruz. Aşağı kilisenin oradan  karışacağız masallar şehri Levissi’ye .
         “  Kayaköyü, on birinci yüzyılda, Rumlar tarafından Likya uygarlığına ait "Karmylassos" kenti üzerine kurulmuş ve bu kentin ismi "Levissi" olmuş. Yaklaşık 25.000 kişinin yaşadığı köy, yirminci yüzyılın başına kadar varlığını sürdürmüş. Levissi'li Rumlar ticaret ve el sanatları ile geçimlerini sağlıyorlarmış, marangoz, bakırcı, kalaycı, demirci gibi zanaatkarlar, Kayaköy'ün dışında mevsimlik olarak başka Türk köylerine de çalışmaya giderlermiş. Türkler ve Rumlar aynı kahvelere gider, birlikte vakit geçirirler, ancak birbirlerinden kız alıp vermezlermiş. Tüm kötülüklerin anası savaş, Kaya Çukuru'nda dostça yaşayan, iki toplumu birbirinden ayırmış, kentinden, evinden, anılarından koparılan insanlar için pek çok acılar yaşatmış. 30 Ocak 1923 tarihinde, Türk ve Yunan hükümetleri ile yapılan halkların karşılıklı değişimi anlaşmasına göre, Levissi Kentini terk eden Rumlar, bölümler halinde Fethiye Limanından Yunanistan'a göç etmiş, yerlerine Batı Trakya'dan aynı kaderi paylaşan, ama daha az sayıda Türk göçmenler getirilmiş.”   Yağmalanan evlerden, kentten kalan duvarlar  anılarını, acı yükünü  taşıyor sırtlarında  yerinden yurdundan göçe zorunlu tutulan halkların. Savaşlar bitmiyor,  insanların yerinden edilmesinin acısını taşıma yükü omuzlara, belleklere yüklenmeye devam ediyor. Daha da acıdır kişinin kendi yurdundan göçmek zorunda kalması. Güneydoğumuzda yaşanan yıkımların,  yaşanan  göçün de canlı tanıklarıyız, yükü ve acıları geleceğe taşıyacağız..
              Kiliseden yukarıya çıkıyoruz taş döşeli yoldan. Tepelere serpilen koca Levissi- Kayaköyü- evleri kalıntıları canlanıverecek, dile gelecek  sanki. Ovada yeni yapılar yeşiller arasında uykuda. Verimli topraklar, havası  başka suyu başka. Anemonların yeri buralar, açmaya başlayan laleler dolduracak rengarenk, kalıntıların aralarını bahara. Tepeyi aşınca mavilere karışıyoruz. Kayalık ile inişe geçiyoruz. Deniz tutkumuz depreşiyor. Akdeniz uzanıyor önümüze adaları koyları ve eşsiz turkuazı ile. Patikamız gevenlerle adaçayları kekiklerle süslü. Sakız çalıları zorluyor yolumuzu daraltıyor. Sağa, kaya tepesi dağın eteklerine dolanıyoruz. Galaviz kapısından önce koca keçiboynuzu ağaçları , laleler ve bizi denize uçuracak kayalara ulaşıyoruz. Havamız baharı kolluyor ki laleler nergisler açmış. Nergisler kaya diplerini süsler, nasıl da açmışlar kaya kovuklarında. Sakın koparmayalım, koklayalım doyasıya. Doğanın, doğallığın kokusu ile dolduralım gönlümüzü. Sonra maviyi koklayalım, deniz kokusu çam kokusuna, sakız çiçeği kokusuna kekiklere, adaçaylarının kokularına karışsın. Koku harmanlayalım, koku biriktirelim. Renkleri karıştıralım: denizin mavi- yeşiline nergislerin sarısını, lalelerin morunu, bin bir tonda yeşili karıştıralım.
      Galaviz kapısından sıra ile geçelim, aldık sağ yanımıza dağın dinginliğini; sol yanımıza denizin enginliğini, yürüyelim. Kayalar, keçiboynuzları ve çam ağaçları arasına gizlenmiş Soğuksu koyuna inelim.
     Kumsal taşları sıcak, deniz berrak, sular duru. Meyve molamızla dinlenelim biraz. Yazın kalabalıklığına inat sakin . Önümüzde tırmanış var. Ölüdeniz tepesini aşacağız.
        Bir gözümüz  denizde, bir gözümüz önümüzde. Atatürk burnunu geçiyoruz, Beştaşlar kımıl kımıl denizde, beş parmak gibi. Çam yeşili arasında Akdeniz mavisi ile yürüyor, Ölüdeniz tepesinde yemek molamız var.  Çakal zeytin ağaçları , keçiboynuzu ağaçları çam ağaçları ile yarış halindeler. Kendilerine asırlık dedirtme çabasında yıllara meydan okuyorlar.

           Ölüdenizin seyri asıl deniz tutukumuz. Lagun önümüzden açılıyor kıdrak kumsalına  uzanıyor Babadağ’ın dibinden  Faralya’ya kadar dantellenerek. Fotoğraf  çekme yarışındayız, hiç yorulmadık. Denizde renkler, denizde kayıklar, denizde özgürlük ve sonsuzluk.
           Sun City kapısında sulara kavuşuyoruz. Sahilden kıdrak kumsalına ulaşalım, dalganın ezgisi ile denizin mavisini birleştirelim.
          Oturuyoruz dalgaların yıkadığı taşlara, deniz bize geliyor, biz denize karışıyoruz. Suların büyüsüne kapıldık ya zamanı yakalayamadık. Servislere pay edildik denize doyamadan. Tatlı yorgunluk duymanın keyfi ile evlerimizdeyiz. Atiye KAÇAR.



6 Ocak 2016 Çarşamba


          2015 tüm yükü ile geride kadı. Anlamsız tartışmaları ile “yılbaşı” kutlamaları  da  geride kaldı. Her yeni günün yeni bir umut taşıması dileği dolaştı çoğunda zihinlerde. Kutlamalara da bilinçli olarak terör ürküsü damgası vuruldu büyük  şehirlerimizde  ve  Avrupa  başkentlerinde.  Bir yandan da çevremizde ve güneydoğumuzda süren savaşın acısını taşıyoruz kaygılı yüreklerimizde.
          Fethiye Dağcılık grubuyuz  Pazar günlerimizi  dağlarda geçirmeye devam edeceğiz. Rehberimiz Yusuf Çilengir küçük grubu ile hafta içi yeni patikalar peşinde olacak.
          Yürümek bir iç yolculuktur, bellekler yenilenir, hücreler yenilenir, beden yenilenir. Yüzlerce neden sayılabilir yürümek için. Doğada denge var, dans var, ezgi var, renk var, oksijen var,saygı var, emek var. Denge, dans, ezgi, renkler, oksijen yaşam kaynağımız, güç kaynağımız. Günümüzün zor koşullarında dayanıklı olmak, sorunlarla mücadele gücümüzü de yenilemek için yürüyoruz, yürümeliyiz.
         2016’nın ilk pazarında toplanıyor, sabah selamlaşmasından sonra yola çıkıyoruz. Günlükbaşı yolundayız, Kargıdan sonra Çenger’e  dönüyoruz. Çam ormanı içinde kıvrıla döne  yükseliyor Çenger yolu.
             Çenger  yeşil türbesi ve sabah sessizliğinde evleri ile geride kalıyor. Köyün çıkışından sağa yöneliyor, servislerden iniyoruz. Çam zeytin ve çalılarla  birlikte başlıyoruz yürümeye. Yolumuz çok eskilerden beri kullanılan köy yolu. Trafiğin at ve eşeklerle sürdüğü dönemlerden kalma köy yolu. Hala teker geçmeyen yollar. ( Köye ulaşım için yeni yollar açılmış.) Bağarası birkaç taş evi, çınga damlı ahırları, tahta ambarları; tavukları, koyunları ve çığlık çığlığa köpekleri  ile karşılıyor bizi. Evin önünde Saliha Teyzem var, sıcak söyleşiye alışık. Sarıyor bizi, soğukla baş etmeye çalışıyor. Amcam yol gösteriyor, dağa vuracağız , dağın adını soruyoruz: Hatçana(Haticeanne)Dağı, diyor.
       Çitlerle çevrili bahçeler bakımlı. Kocaman zeytin ağaçlarına hayranız. İki yüz, üç yüz, hatta  beş yüz yıllık zeytin ağaçları. Öyle sağlam yapılı, dik duruşlu, meydan okuyan ağaçlar.
       İç bölgelerde kar geçit  vermezken,  soğuk ama güneşli bir havamızın olması büyük şans. Kış soğuklarının birden bastırması ürküttü hepimizi.
          Hatçana Dağı’nı dolanıyoruz.   Fethiye uzak çok uzaklarda ak bir örtü altında. Deniz gümüşlenmekte adalar arasından. Yolumuz taş döşeli. Keyifle Karayer mahalle evlerine ulaşıyoruz. Recai Amca bir düzen tutturmuş, verimli topraklarda keyifle çiftçiliğe devam ediyor. Su getirmiş, gürül gürül akıyor. Koca köpekleri dostu olmuş, kısa sürede özetliyor yaşamını. Güç versin sana yüreğin Recai Amca üretime devam, tüketim toplumu yaratımına inat.
           İnişteyiz, Sefai babamız korkutuyor bizi. Boş bir taşa basıyor ayağını incitiyor. Rehberimiz müdahale ediyor hemen  de devam etmesin artık yürüyüşe  Sefai Bey. Zeytin bahçelerinde çalışanlar da var tek tük. Bir araba  bulmalıyız. Yavaş  yavaş  yürüyor, üç yol ağzında yemek molamızdayız. -taşıt geçebilir - Ateş yakılıyor, öbekleşerek oturuluyor hemen. Paylaşımın en güzel anları.
              Bir taksi geliyor. Anlaşıyoruz hemen ve ayağı incinen arkadaşımızı emanet ediyoruz köylümüze. Daha rahatız şimdi.
        Güney Mahallesinden sonra  toprak değişiyor, kayalar değişiyor. Şimdi  maden yolundayız.  Kayalar yer yer sarı katman katman; yer yer kara krom yüklü. Kapatılan maden ocakları var. Bir de ray sistemi. Burada çıkarılan madenler tünelle Yürek’e ulaşıyormuş. Raylarda çalışmalar var. Karşı yamaçlarda da başka maden yolları, başka maden ocakları. 
           Sağ   yanımız kayalıklar arasında çamlarla dağlar, sol yanımızda bir dere. Dere kenarında krom karası kayalar  ve   1920’lerde Fransız maden şirketlerinin kullandığı yapıların yıkıntıları .
               Su ayrı bir güzellik, ayrı bir aydınlık katıyor gözümüze, gönlümüze.  Ağaçların yansıyışı suya, kızıl yaprakların yakıcı görüntüsü yaşanan acılarla sonbaharı düşürüyor yüreğime. Kargı Deresi mi diye düşünüyorum Fethiye türkülerinden esinlenerek. Daha önce Ahmet  Selki Abimizin verdiği bilgileri anımsıyorum. “ Burası  Susam Deresi, ayrı bir dere.  Dağlarda besleniyor, büyüyor, Karagedik’ten geçiyor, Pelin Otel’in oradan denize ulaşıyor.” Derenin suyu oldukça az bu sene. Gürül gürül akıyordu iki sene önce. Kış geç geldi ki, yağış yok bu sene.
           Dağlar arasında yol alırken Karagedik mahallesi vadide bir üçgen, önümüze çıkıyor. Ommanı taş eski bir değirmen kalıntısı yüzyıllara tanıklık ediyor. Kalmış seraların arasında. Karagedik, sera denizi, kenarından geçerken sağ yanımız orman, orman kıyısı sera çöplüğü. İçimizi karartıyor bunca güzellik sonrası böyle bir görüntü. Doğal güzelliklerimizi el birliği ile yıpratma yarışındayız.
          Servislerimiz toprak yola kadar gelmişler, inişte yürüyüşümüz çabuk bitiyor. Gün ikindide  Fethiye yolundayız.
        Yeni umutlarla 2016’nın barış ve sevgi  yılı olmasını diliyoruz.
            
         


           


1 Ocak 2016 Cuma

BARIŞ SAĞLIK MUTLULUK

Karabel , Belarası, Karaçayır, Bayır (Ambarkavak) 27 Aralık 2015

               Fethiye Dağcılık yazdan kalma kış günlerinden bir pazarda yaylaları yürüyor. Kış bekliyoruz, sonbahar bitmiyor. Yağmur özleniyor, afetsiz gelsin.
               Pazar sabahı iki servisle çıkıyoruz yola. Güneş gülümsüyor, sıcak hava. Ne giysek acaba? Zorlar ovasında bir iki tarla ekili. Buğdaylar- ekinler çıkmış büyümeye çalışıyor. Yağmur bekliyor, bereket gerekli.
          Sabah serinliği gündelik olayları taşıyor ağır bir yük. Sözler, gülüşler asılı kalıyor, savaş ortamından çıkış yok.
         Seydikemer geride kalıyor, güzelim çam ağaçlarının ışıklı- yaldızlı yaprakları dağı taşı aydınlatıyor. Kavaklı’dan yukarıya çıkıldıkça yayla serinliği yüreklere de serinlik katıyor. Dereyol’da sonbahar renkleri ile çınarları geride bırakıyor 1300 metrede Karabel’de iniyoruz. Yayla burası, ısırıyor soğuk birden, yürümeye başlayalım, ısınalım.
            Eski yayla yolundan Belarası’na yöneliyoruz. 1300 metre soğuktu, biz daha da tırmanıyoruz şimdi. Güneşi gördüğümüz yerler sıcak; gölgeler soğuk. Yerlerde kırağı,  gök pırıl pırıl. Ardıçlar başlıyor çam ağaçlarından sonra. Patikadan tepeye tırmanıyor, baz istasyonu var kocaman, demir yığınlarını geride bırakıyoruz. Batımızda Belarası evleri gözüküyor. Köyün üstünden devam ediyoruz Kaplankayası dedikleri zirveye yol alıyoruz. Bin altı yüz metrelere kadar yükseliyoruz koca ardıçlardan sonra sedirler ve amansız kayalar arasında. Kayalarda yosunlar koca ağaç dallarında yosunlar…  Sonra buzlu sular, kırıyor biraz da buz kıtırdatıyoruz, buz gibi soğukta.
        Keçiler özgürce dolaşıyor, çobanları gözüküyor arkadan. Köselerin Fatma Teyze imiş çobanımız. Çocukları Fethiye’de oturuyormuş , onu da çağırıyorlarmış yanlarına da:” Ben duramam oralarda. Soluk alamıyorum, canım sıkılıyor, alıştım dağlara, soğuklarda yakarım ardıç odunumu, ısıcacık otururum  sobamın başında.” diyor.
             Haklısın Fatma Teyzem, “Düz ovada yorulur, dağda gezen ayaklar.” Göç olmasın zaten, herkes her yerde istediği kalitede yaşama ulaşabilmeli. Uygarlık bunu gerektirir. Çocuklarımız  da iyi eğitim alabilmeli köylerimizde. Büyük özlemim bu. Hele sokağa çıkma yasağı olan Sur, Cizre, Silopi,  Dargeçit ve Nusaybin’de yaşanan sokağa çıkma yasaklarının getirdiği göç  sönmeyen ateş olarak kalacak zihinlerde. Barışa sağır olmamalı yürekler.  “Doğuda Savaş Varken Batıda Güneş Doğmaz”  Güneydoğuda  hemen, bir an önce barış sağlanmalı ve yaralar sarılmalıdır
              Fatma teyzeyi karayağız teni, sevgi dolu yüreği ve keçileri ile baş başa bırakıyor, yürmeye devam ediyoruz. Belarası’nda çoban evlerinin doğa ile uyumuna bakıyor, buralarda yaşamanın hangi bedelleri  istediğini düşünüyorum. Hava güzel, su güzel, dağ taş güzel de yoksulluk ve yoksunluk diz boyu .
             Ardıçlar, yüz yıllık, iki yüz yıllık, beş yüz yıllık ardıçlar, sonra sedirler sedirler ve meşe ormanı. Bu kadar bol meşe ormanı görmedim daha önce. Sonra ardıç ağacından alafarı( çeşme önünde u biriktirmek için yapılan küçük havuz) ,ardıç ağacından boruları ile çeşmeler, sonra çatısı ardıç ağacı kabukları ile örtülü keçi- koyun ağılları.
         Kaplankayası’ndan aşağı Bayır’a yöneliyoruz. Karabel köyü ve ovası uzanıyor sağ tarafımızda, uzakta. Önümüz , sağımız solumuz orman. Hele meşe ormanı. Yerlerde meşe ağacı yaprakları kuru hışır hışır. Adımlarımız bir koro hışırt, hışırt, kışırt… Doğamızı sesleri ile yaşıyoruz. Özgür ses kayıdına başlamış, biz yürüyoruz doğada bir ritimle… Bayır aşağı inmek kolay. Çayırlarda kuşburnular kurumuş, karamuklar kızıl dikenleri ile kalmış, baharı beklemeye durmuş.
        Öğle yemeğimizde çoban köpekleri ile haşır neşir oluyoruz. Öyle candan,  sevimli karşılıyorlar bizi. Kerim Abi çıldırasıya seviyor hayvanları da.
          Kabukdamı düzünü de geride bırakıyoruz,  Ambarkavak Mahallesi yaşlı çınarı ile karşılıyor bizi. Yine canım köylülerimizle söyleşe eyleşe yürüyoruz evlerin arasından. Dolmuşlarımız da gelmiş mahalle merkezine, çeşme başına, demlemişler çaylarımızı. Sağolsun sürücülerimiz. Bu arada ameliyat olan sürücümüz Mehmet Bey’e de “Geçmiş olsun”dileklerimizi iletelim.
            Köy içinde köyümüzle çeşme başında içiyoruz çaylarımızı. Biraz soluklansın ayaklarımız. Yolumuz uzaun, haydi servislerimize. Bayır köyü’nün içinden geçerken çocukluğu burada yaşamış olan Nermin’in anılarını dinliyoruz.
              Anayola ulaşıyoruz, günbatımı seyri ile Fethiye’yi buluyoruz. Bu yılın son yürüyüşü, yeni yılı karşılayacağız, yeni umutlar peşinde. Herkes yeni yılı kutlarken “barış ve sağlık, mutluluk” sözcükleri uçuşuyor dillerde. Yine de tüm insanlığa ; kadınların, çocukların  insanların öldürülmediği sevgi dolu yıllar diliyorum.