27 Mayıs 2014 Salı

ZİRTOV OVASI
Girdev Yaylası –Akdağlar, Erendağı zirve- Girdev Gölü Parkuru
    Telmessos  Dağcıları yaylalarda. Pazar sabahı toplanılıyor ve üç servisle yollara düşülüyor. Yolumuz uzun, acelemiz var. Haydi dostlar…
     Antalya yönünde , üç servis peşpeşe çıkıyor Sarıyer’den Karabel’e doğru. Naldöken’de  dağın karnını deşen asfalt şantiyesi her yerden gözüküyor. Taş tozu  içinde kalmş çam ağaçlarının soluk rengi bahar yeşilliğinde erimiş. Dereyol’da erguvanlar açmaya başlamış. Filizlenen çınarların arasında, beyaz çiçekleri ile öbeklenen dağ çiçekleri arasında mosmor olacaklar çok yakında.
        Seki ovası’ nı bir bıçak gibi kesen Elmalı yolu etrafında tarlalarda yeşilin binbir tonu. Ova dikdörtgenlere bölünmüş, her bir dikdörtgen farklı yeşil. Yeşil sarı, kızıl, mor çiçekler… Biz yükseldikçe Erendağı’na, aşağılarda Seki Ovası büyüyor, tarlalar küçülüyor. Tepelerin arkası da görünüyor, köyler uzanıyor. 
            Temel Köyü geride kalıyor. Yeşiller içinde yayla evleri sahiplerini bekliyor. Bahçelere yayla kokulu sebzeleri büyütecek fidanlar dikiliyor. Şimdi evler de seyrekleşiyor, ardıçlar seyrekleşiyor, aşağıda ovalar birbirine karışıyor. Çobanlar tutmuş dağları, aralıklarla karşımızda çoban evleri. Bin altı yüz metrelerde iniyoruz servislerden. Grubumuz üçe ayrılacak: mangalcılar, yürüyüşçüler ve dağcılar.
             Mangalcılar servislerde devam edecekler. İkinci gruptakiler yürüyecekler. Dağcılar 2690 metreye, zirveye çıkacaklar.  Göl kıyısında buluşacağız yine. Yürüyüşçüleri ve dağcıları sayıyor, ayrılıyoruz.  Ben dağcıların yanındayım. Zirveye çıkacağız, oradan  göl kıyısına yürüyeceğiz.
               Yusuf Bey yürüyüşçülere rehberlik ediyor. Dağcıların rehberi Ali Yakar ile Oğuz Kolak. 
                Grup hemen tırmanmaya başlıyor. Ağaç yok artık, görüş açısı geniş, ip gibi de dizilmeyeceğiz … Dağılıyoruz, serpiliyoruz  dağımızın bağrına. Tırmanış zorluyor, etrafımız büyülüyor. Ağaç yok, çalı yok… öbek öbek gevenler ve çiçekler dolu. Çıtı pıtı sarılar, morlar, pembeler, maviler, akça pakça çiçekler… Yükseklerde papatyaların da pembe açtığına yeni tanıklık edenler şaşkın. Çiçeklere nerede oldukları bile görülmeyen kuşlar eşlikte. Kuş sesleri eşsiz melodilerle çınlatıyor dağları. Bir de  kar birikintileri, kar suları kayalar arasında. Yalçın kaya diplerinde sesler yankılanıyor. Tırmanıyoruz, nefesimiz yetmiyor, iki dur, bir adım at..  Seri yürüyenler zirvede gözüktü, meydan okuyorlar tüm ovalara. Eren’in mezar başına ulaşmak , zirvede bayrak direğine erişmek, kayalarla boğuşmak, nefes nefese kalmak zorlasa da başarıyoruz zoru. Zirvedeyiz…
         Seki Ovası uzanıyor, Kayabaşı  Ovası’nda seralar parlıyor. Elmalı Ovası’na kadar tüm tepe arkaları ortada şimdi. Tepeden bakıyoruz haklı bir gururla, Fethiye’ye, denize  ulaşma amacındaki tüm yollara ve sulara. Sular  bir  gözüküyor, bir yitiyor taşlar arasında. Gökyüzünde pırıl pırıl bir mavide, beyaz bulutlar. Biz de bulutlara karışıyoruz, bizce kolay inmek şimdi.
          İniş ne kadar zorlar bilemeden,başlıyoruz dönüşe. Ayak tırnaklarımız zorlanıyor.  Karlar avuçluyoruz. Kar şerbeti yemek molasında. Şen şakrağız,  bir de ateşimiz yansa! Yorguluğa türkülerimiz de eşlik ediyor. Yayla türküleri, Yörük türküleri. Eren, sizler için  söylüyoruz:

ALA KEÇİ
Ala keçim çift doğurdu
Bol ettik sütü yoğurdu
Gönlümde hülyalar kurdu
Ana beni eversene
                 Toprağı kat kat çevirdim
                 Nice nice hâle girdim
                 Güveli urba diktirdim
                Ana beni eversene
Bakır kaplar kalaylansın
Şu odada üç  mum yansın
Uyuyan bahtım uyansın
Ana beni eversene
                 Kilimimiz halımız var
                Oğul oğul balımız var
                Ay boynuzlu malımız var
                Ana beni eversene
Yeşil küncüm dal dal oldu
Çocukluğum hayal oldu 
Bu yıl bana bir hal oldu
Ana beni eversene
                 Şükür gitti bizden darlık
                Gelin olmak bahtiyarlık 
                Olmaz olsun şu bekarlık
                Ana beni eversene.
                Baba beni eversene
           Aşağıda Girdev Gölü nazlı nazlı , asil uzanıyor yeşiller arasında.Aralarda çobanların yaşam yerleri, yeşiller içinde koyunlar…  Biraz daha yaklaşıyoruz, göl  görünümü karşısında yemek daha bir başka dünylara taşıyor bizi. Bölüşüyoruz azıklarımızı, karlara koşuyoruz. Pekmez getirenler var , “ kar şerbeti de yiyoruz buz gibi…
         “Etrafı dumanlı, ortası çimenli, kırk kurnalı, üç turnalı zirzop yaylası” diye adlandırılan Girdev Yaylası:
                 Girdev’in  Osmanlı zamanındaki adı, ZİRTOV ovası . Burası süvari  atların  yetiştirilme yeri.  Girdev Yaylası, ilk çağlardan beri kullanılıyor. Likya kentlerinden özellikle Oinoanda ve Tlos halkı, yazları buraya göçüyor.. Yaylanın antik dönemlerdeki adı Kedrebata, Kirdeva ve Girdev'e dönüşmüş. Gölün batı ve güney kıyılarında bazı lahit kapakları,  duvar kalıntıları görülüyor .
       Yayla, ortalama 1730m  yükseklikte ve ortasında  oldukça sığ bir göl , Girdev Gölü. Göl alanı yaklaşık 3,5 km2, çevresi 10km kadar. Göl baharda eriyen kar suyuyla doluyor. Birkaç yıl öncesine kadar yazın, ağustos'ta, tamamen kururmuş. Burası kuşların göç yolları üzerinde olduğu için, doğal yaşamın korunması amacıyla su tutulmaya başlanmış. Gölün Kuzey ucuna su tutma amacıyla bir set yapılmış ve göl kontrollü olarak deşarj ediliyor.
            Girdev Gölü’ne araçla ulaşmak için üç yönden yol var. Gölün batısını boydan boya Erendağı sınırlıyor, buradan geçit yok. Doğudan Elmalı köylerinden Yuva ve Kuzuköy arasından; Güneyden Gömbe-Akçay arasından; Güneybatıdan Fethiye-Burdur yolundan ayrılarak Bayır ve Çökek köylerini üzerinden  ulaşılıyor. Ama tartışmasız en uygun yol kuzeyden, Seki üzerinden Temel köyüne; Temel’den Girdev'e ulaşılan yol. Elektrik gelmiş, yapılaşma artmakta.Bu da doğal denge açısından, kuşların göç yolu olması bakımından kaygı verici.”

               Oğuz Bey  haberleşiyor Yusuf Bey’le. Saat epey ilerledi. Hemen yola çıkacağız. Göl kenarını buluyoruz; gruplar birleşmiş, yolculuk hazırlanmış. Toplu fotoğraf çekiliyoruz. Göle daha yakından bakmayı bir başka geziye erteliyor, dönüşe geçiyoruz.. Temel’de kahvede yorgunluk çaylarımızı içeceğiz.
            Temel Köyü kahvesi  tam yayla kahvesi. Çınarı, buraya özgü sultan söğüdü, çağıl çağıl suları ve yayla yanığı; benizleri kanlı canlı halkıyla.Yeşillikler içinde, yer yer köy halkımzla söyleşerek çaylarımızı içiyoruz. Haftaya görüşürüz, diyoruz birbirimize ve yola koyuluyoruz.
NOT:Telmessos Dağcılık grubu, faaliyetlerini “FETHİYE DAĞCILIK  GRUBU” adıyla sürdürecektir.



BULUTLARA DOĞRU

Arsa, Kaynarca, İkizcik, Akdağ Parkuru, 1920 metreye, 8.50 km.


               Mutsuz, kırgın, hüzündeyim 13 Mayıs’tan beri. Gittikçe artan bir kırgınlık. Okumaya, dinlemeye, izlemeye dayanamıyor, izlemekten kaçınmıyorum. Ayrıntıyla  öğrenmeli, acının paylaşımcısı olmalıyım.
           Pazar sabahı  Telmessos Dağcılık yürüyüşçüleri de aynı hüzünle toplandı. Günlük yaşam sürmekte. Söyleşilere hemen “Soma “ katılıyor. Ekip tamamlanıyor, üç servisle çıkılıyor yola. Özgürler çoğalmış, mutluyuz gençlerimizle.
          Zorlar ovasında ekinler sararmış, yaz sıcaklarını müjdeiyor. Bu yıl “baharı görmeden yaz geldi” demiyoruz. Kışı görmeden hep baharı yaşadık. Kış yoktu, yaz nasıl geçer bilemiyorum ; ancak kavurucu sıcaklara hazır olmalıyız diye düşünüyorum. Bir de su arayacağız.
           Saklıkent kavşağından Kadıköy ve Döğer’i geride bırakıyor, Akdağ eteklerinde  Bağlıağaç’tan  Arsa’ya doğru yükseliyoruz. Döğer ovası uzanıyor Kemer’e kadar. Eşen Çayı bölüyor ovayı, dağlar ardından kıvrıla döne uzamakta.
           Arsa yemyeşil. Baharı yaşamakta daha. Asmalar filiz yeşilleri ile göz alıyor.  Öyle verimli topraklar ki… Sürülü bir tarla kenarında Kerim Abi: “Toprağa yatsam ben bile filizlerim sabaha!” diyor Özer’e.
          Kaynarca Cami tepeden seyirde. Bin yüz metre yükseklikteyiz. İki binlere çıkacağız. Çeşmelerin önünde iniyoruz servislerden. Buz gibi su kendimize getiriyor bizi. Yürüyüş de başlıyor. Orman girişinde, çam ağaçlarına bir afiş asılmış. Tüm yüreğimizle desteklediğimiz bir pankart: “BAĞLIAĞAÇ, ARSA, KAYADİBİ  KÖYLÜLERİ DİYOR Kİ: SUYUMUZA ORMANIMIZA DOKUNMA” Orman içinde bir slogan tek başına, kutluyorum  köylülerimizi. Bin üç yüz elli metre ile başladık yürümeye.
            Yaylalarda su başları: koca çınarlar, çağıl çağıl su sesleri… Kaynarca da Arsa’nın yukarılarında bir su kaynağı. Akdağ’ın kar suları  çıkmakta göz göz yarpuzlar arasından. Şişelerimizi dolduruyor, yayla  suyu  içiyoruz  kana kana.
           Çam ağaçları  arasındayız , seri bir tırmanışa geçtik. Bin beş yüz metre kadar yükseliyoruz , sedirler başlıyor. Sedir ağaçları bir başka dünyaya taşıyor zihinleri; büyülü, egzotik, görkemli, gizemli… Masallar dünyası aralanıyor. Başımızı kaldırıyoruz, gözümüz zirvede, bulutlara çakılı. Sedirler, kayalıklar bir görülüyor, bir kayboluyor.  Şimdi yorulanlar sızlanmaya başlıyor. Rehberimiz sık sık uyarıyor, meyve molası yanına bir de nefes molası ekliyor. Küçük molalarla tırmanıyoruz.
           Yaylalarımızda bahar çiçekleri kayalar taşlar arasında. Akça pakça, minik, sarı ,pembe, mor çiçekler. Bir de korunması gereken orkideler. Orkideler sahilde çoktan tüketti çiçeklerini de burada yeni açmışlar.
           Patikamıza dizilmişiz; asırlık sedirler, ardıçlar arasında kuş sesleri tatlı bir esintiyle içine alıyor bizi. Tırmanış da zorluyor gençlerimizi.  Az kaldı , biraz daha… Yükseldikçe daha bir tepeden bakıyoruz Fethiye  de gözüküyor dağlar arkasınden puslar içinde denizi ile. Bir taraf da Seydikemer’den ötelere, yayla dağlarına uzanıyor. Üç saat sürüyor tırmanış. Bulutlara ulaştık, büyülere karıştık, gözümüzü alamıyoruz aşağılardan. Yemek molasındayız, gerçekten acıktık , zorlu kayalar arasında öbekleşiyor, katıklarımızı bölüşüyoruz. Ateşimiz de serin esintinin titrettiği bedenimizi ısıtıyor. Biraz da dinlenelim.
           Koca sedirler, ardıçlar, çektiğimiz çiçek fotoğrafları,  Akdağ’ın  tepesi, enginlerde uzanan Döğer Ovası, ovada kıvrım kıvrım uzanan Eşen Çayı,  İkizcik zirvesi, kayalar, kuş sesleri , keskin  tertemiz esen yel içimizde oluşan göçüğün ateşini söndüremiyor. Aramızda uçuşuyor madencilerin sözleri, Soma’dan alınan haberler:
          “Görülen odur ki Soma’da göçük altında kalan madenci şehitlerimiz değil, insanlık ve vicdandır.
        Katliam, cinayet…
        Kader değil çaresizliktir bizi yer altına indiren.
       Şehitlerimizin sayılarını merak edip duranlara da öfke duyuyoruz!  Bir ya da bin ne fark eder BİZ YILLARDIR ÖLÜYORUZ!"
       Sıcak kömür olduğuna dair itirazımız dikkate alınsaydı zaiyat bu kadar çok olmayabilirdi…
       … Dolayısı ile felaket riskini artıran şey, katliamı ortaya çıkaran şey, devlet ile şirket arasındaki ticaret anlaşması ve devletten gelen talep ile üretimin kontrolsüzce artırılması…
          Lütfen sayın iş adamları, kârınızın çok değil %10 unu ayırarak Şili’de ki gibi yaşam odaları oluşturunuz. Bunun için kanuni zorunluluk yok diyerek kaçmanızı gerektirecek bir durum söz konusu değil. Bu dünyadaki en değerli şey insan hayatıdır. Lütfen…”
        
           Konuşuyoruz;  pişkin  pişkin  açıklama yapanları, tomaları, ÇHD avukatlarına  sıkılan  biber gazlarını, imzalatılan kağıtları, saldırıları,  denetimsiz denetimleri, susturulan insanları… İçimiz yanıyor. Polis  göz açtırmıyor hiçbir yerde. İstanbul, İzmir, Antalya’da  Somalı Madenciler için yürüyen binlere yapılan saldırılar… Faşizm kol geziyor…
          Bizi üzen bu sömürü düzeninde, hala hiç yere insanların kırılmasıdır.. Umudumuzu   yitirmemeliyiz… Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…
      Dönüşümüz  başlıyor. İnişimiz daha kolay ve seri olacak. Yavaş yavaş tırmanırken koştururcasına iniyoruz. İndikçe ısınıyor, ceketleri atıyoruz. Hava serin. Çıkarken hayran olduğumuz ağaçları tek tek sayarak, dokunarak, koklayarak, kuş seslerini dinleyerek. Kaynarca’da su başında keyif için kalan arkadaşlar beklemekte buz gibi suların ve koskoca çınarın eşliğinde. Suyu gördüm ya dayanamıyorum: “Haydi , buz gibi suda durma yarışı,   yapalım…”
            Çıkarıyoruz pabuçlarımızı. Suda durmak ne mümkün? Su buz ,ayaklar buz, çığlık çığlığa dalıyoruz; çıkıyoruz. Sami, Engin, Bahadır, kutluyorum sizi. Kerim Abi eski toprak. Yürekli kadınlar  - Aysun, yarış olunca hemen sıvadın paçaları…-  öncüydük soğuk sulara dalmada…
           Grubumuza teknik bilgileri ile katkı sunan Bahadır’a, çekimleri ve görsel sunumları için Engin’e hepimiz adına sağ olun, diyorum.
           Toplandık yine, Kaynarca Cami’sinin yanında. Köy kahvelerini ziyaret etmeden olmaz. Ortak olmalıyız yaşamlarına da dağlarımızın, köylerimizin. Çobanlarımız bekliyor yollarımızı, köylülerimiz de beklesin. Arsa köy kahvesinde de  hem söyleşiyor hem sıcak çaylarımıza katıyoruz yorgunluğumuzu.            Yollara düşüyoruz yeniden. Evlerimiz bekler bizi… Atiye KAÇAR
        
        


CENNET’TEN BİR KÖŞE
Boğaziçi- Korsan Koyu- Cennet  Koyu-Kabak  Koyu- parkuru, 10 Km

Mavi atlas
İğne batmaz
Makas kesmez
Terzi biçmez 
             Engin deniz seyrine doyamadıkça çocukluğumun bir bilmecesi dolanır dilime. Gün boyu engin Akdeniz maviliği ile bütünleşmek başka bir ayrıcalık. Cennetten bir köşe gerçekten doğal koylarımız. Denizi,  tarihi  ve doğayı bir arada yaşamak Fethiye’mizin güzelliği.
    Telmessos Dağcılık yürüyüşçüleri  üç servisle yollarda bu Pazar sabahında da. Antalya sınırlarını zorlayacağız. Sabah mahmurluğu ile geride kalıyor köylerimiz. Eşen  ovasına yaz gelmiş, hayvan yemi için ekilen fiğ , arpa ve  yulaflar biçilmekte. Yağmurun üç gün yağıvermesi karartmış biçilen otları.
          Dodurga yoluna sapıyoruz. Avlan’dan sonra Boğaziçi , Yediburunlar, Alınca Karadere levhaları geride kalıyor. Gözlerimiz Likya Yollarını gösteren sarı levhalara takılı.
           Likya yolları levhaları her sene yenileniyor, buna seviniyorum.  Kültür bakanlığı yanında Faralya Derneği adı da var tabelalar üzerinde. Her biri antik kentlere yol bulan patikaların hepsi  yürünmeli, tarihin derinliklerine doğal güzelliklerle ulaşılmalı.
            Boğaziçi, Alınca ve Gey mahallelerini gösteren sarı levhaların önünde toplanıyoruz. Güneşi ve yeşili uygun bulup toplu fotoğrafımızı çekiliyoruz.  Tarlalar arasında kalmış su sarnıcına doğru yöneliyor, başakları sarıya yönelmiş buğday tarlaları arasında ince bir yol buluyoruz. Bereket bu, diyoruz. Başaklar umut veriyor. Başaklara dalmışken birden deniz uzanıyor önümüzde boylu boyunca. Deniz, Ta aşağılarda, çam ağaçları arasında. Cam göbeği  yeşilden  turkuaza,  turkuazdan laciverte   kayan,  sonra gün düşümüyle gümüşlenip uzanan Akdeniz mavisiyle, sonra  kayalıkları çırpan ak köpükleriyle çekiyor kendine. Önünde ufak kayaları ile Korsan Koyu’na ineceğiz önce.
         Dik bir yamaçtan iniyoruz. Yuvarlanıversek de olur, diyor gülüyoruz. Önümüzde asırlar öncesinde taşlarla örülmüş, zik zak çizen Likya yolu. Dikkatli olmalıyız. Hava kuru, toprak kuru, taşlar boş. Arada duruyoruz. Önümüzde büyülü deniz, arkamızda  göklere uzanan dim dik kayaları ile dağlar. İniş epey zorluyor,  koyda suların çırpıntısı kulaklarımızı okşuyor, pırıltısı gözlerimizi kamaştırıyor. Çakıllara oturuyor, kayalara tırmanıyoruz. Kendimizi atacağız sulara da Yusuf Bey acele ediyor, biliyor ki yolumuz uzun ve zorlu. Denize Cennet Koyu’nda gireceğiz, diyor. Bölüşülen meyvelerle enerjimizi yeniliyor tekrar düşüyoruz yollara.
          Sidymma antik kentinin , Sancaklık Limanı'ndaki  Kalabantia  ve Gavurağılı'ndaki on bir burçlu Piydnai zengin kalıntılar içeriyor. Biz Kalabantia kalıntıları ile fotoğraf çekiliyoruz.
           Denize paralel Kabak Koyu yönünde  yürüyoruz. Pürenlerin filizlenen yeşilleri, çalılar  çam ağaçları arasında yeşiller de bin bir çeşit. Sağ tarafımız denize dik inen heybetli kayalıkları ile dağlar; sol tarafımız burunlarla dantellenen kıyıları ile açılıp giden engin Akdeniz. Kayalar çıkıyoruz, çalılıklar aralıyoruz. Kışın ağır rüzgarlarına, gemicileri ürküten fırtınalara yenik düşen, yıkılıp yolumuzu kesen koca çam ağaçlarının üzerinden atlıyoruz. Burçinler yoruldu, Ne kadar yolumuz kaldı? Oğuz Bey yüz metrecik kaldı, diyor. Bitmek bilmeyen bir yüz metre (!)
          Kıvrıla döne yürürken , tepecikler aşarken birden plaj çıkıyor karşımıza, incecik kumları parlıyor. Deniz en güzel mavisini ayırmış buraya.” Cennetten bir köşe “ diyorum ben Cennet Koyu’na .  Fotoğraflayarak acele iniyoruz. Kumların tatlı  yumuşaklığı ayaklarımızda, koşuyoruz denize. Kulaç atmak enginlere ne büyük mutluluk. Serin sular tüm yükünü alıyor yorgun bedenimin  hücrelerime kadar işliyor serinlik… Su, su, su… Su yaşamdır.
           Yayıldık şimdi kumlara, çakıllara… Cennetten bir köşedeyiz. Ateşimiz yakılı, öbek öbek çıkınlar açılı. Karnımız doyunca gözümüz yolda oluyor.
              Öncüler çıkıyor yukarıya “Cennet Kamp” ta  çayımız hazır. Hemen çıkıyorum yukarıya. Yalçın kayalıklar arasında görmeyi ummadığım bir düzlük , birkaç çadır, masalar, köşkler bir de mağara… Mağara yazın serin, kışın sıcak olurmuş. İşletmenin deposu şimdi. İçeride kaldıkları çadır, sıcaktan korunması gereken içecekler, yumurtalar var. Oturuyoruz , bir de salıncak… Esrik  bir serinlik sıcak çaylarımıza eşlik ediyor. Bu dağda Kabak koyu’na beş kilometre var daha. Düşüyoruz yollara.  Aşağıda dalgalar tatlı tatlı dövmekte kıyıları. Su sesi kekik kokularına karışmış. Denizin üstünde ala bulut, Rodos’u görmeye çalışıyoruz.
           Likya yolları içinde en güzel, en zor parkurlardan biri burası. Kayalar geçit vermiyor yer yer. Yardımlaşıyoruz iniyor, çıkıyoruz. Deniz ne çekici, durup durup atlamak istiyorum aşağılara. Tepe aşıyorsun  insanın ulaşamayacağı bir koy çıkıyor karşına. Tekne kiralayıp buralarda denize girmeliyiz. Yeşilin içinde ; yaşanmışlıkları, kalıcılığı okunamayan Yunan alfabesi yazıları ile görülen antik kent kalıntıları karşıcı.   Yediburunların  birbirinden güzel koyları sıralanıyor. İnsan eli değmemiş bakir koylar. Yol olursa insan geliyor, yapılaşma artıyor, yapılarla yapaylık da başlıyor.
          Kabak Koyu yamaçlara serpilmiş yapıları ile karşımızda. Kumsal yine çam ağaçları arasında  nazlı nazlı uzanıyor. Mavi doldu  gönlümüze. Hızla iniyoruz Kabak Koyu’na. Yine denize atlıyor bazı yürüyüşçüler. Koyda tesisler karşılıyor önce. Sonra patikamızın araç geçecek bir yol  durumuna geldiğini görüyorsunuz. Kalabalıklaşmış koy. Tatil başlamış burada.
           Kabak koyu’nda her dönem yapılaşma artıyor. 1987 yılına kadar ayak basılmamış olan Kabak Koyu’na yerleşen ilk kişi yurt dışındaki yaşamından vazgeçen Turan Pirendeoğlu. Elektrik  su ve araçla ulaşım da yok o zaman. Koy’un sekiz yüz metrelik dağlarla ve deniz ile çevrelenen en güzel yerine kurulu ilk kamp. Önce  yavaş yavaş , son yıllarda hızla artar yapılaşma.  Kıyıya  kadar da inmekte.              
       “Kabak Koyu, şehir yaşamının karmaşasından, görüntü ve ses kirliliğinden uzaklaşmak, doğaya yakın olmak isteyenler için mükemmel bir inziva ortamı sunar. Bu inzivayı denemek isteyenlere de lüksü aratmayan bir özenle hizmet veren bir tatil, bir dinlenme bölgesidir. Hem dokunulmamış güzelliği hem de tarihsel özellikleriyle dünyanın en özel birkaç bölgesi arasında adı geçen Kabak Koyu'nu her yıl yerli yabancı yüzlerce kişi ziyaret ediyor”
             Dilerim “dokunulmamış güzelliği” yok etmeyiz.
       Yarım saatlik dik bir tırmanış var şimdi. Tırmandıkça eşsiz manzara eşlik ediyor . Seyirle dinleniyor, tekrar yürüyoruz. Yola ulaştığımızda dinlenme gereksinimi ile doluyuz. Yine deniz seyri ile dinleneceğiz. Yol kenarında Faralyalılar epey tesis oluşturmuş. Mama’nın çatısına çıkıyoruz. Atlasak ta aşağılarda kalan denizi buluruz belki. Kumru da oturdu bizimle engin denizlerin seyrinde.
               Ekip tamamlanınca servisler yola çıkıyor. Yol seyrimizi gün batımı seyrine katıyor, evlerimize dönüyoruz. Atiye KAÇAR



10 Mayıs 2014 Cumartesi

LİKYA UYGARLIĞI -PATARA
(Akbel- Delikkemer- Patara parkuru. Likya yolu/4 Mayıs 2014)   
       Telmessos Dağcılık yürüyüşçüleriyiz. Bu pazar erken düşmeliyiz yollara: tarihi , denizi, yeşili bir arada yaşayacağız, yolumuz uzun. Heyecanlıyım yine her zamankinden daha çok. İki haftadır uzak kalmışım dağlarımdan, grubumdan; daha bir kıpır kıpır içim.
           Gençleri görmek de katlıyor keyfimi. Erken tanıştıkları için doğa ile, kıskanıyorum  onları… İyi ki aramızdasınız Gözde, Burçin, Eren … Ne güzel ettiler değil mi Nuray… Üç servisle yollardayız. Sayıları tutturdu sanırım rehberimiz…
            Geçen sene  mart ayının sonunda Patara’daydık. Azanlarla sapsarıydı dağ taş. Bu sene nasıl bir renk bekliyor bizi?  Makiler büyülü  Akdeniz’e  nasıl uzanıyor Torosların batı ucundan? Hani biz denizi görelim diye bodur kalmıştı ya çalılar…
         Antalya yolundayız. Seydikemer’i geride bırakıp sahil youna dönüyoruz.  Alaçat’ı geçiyoruz. Mevsim yaza dönmüş, tarlalarda hasat başlamış. Hayvan yemi olmak üzere ekilen yulaf, arpa ve fiğler biçilmekte. Seralar da aralanan camlarından domateslerini gösteriyor kırmızı kırmızı. Toprağın daha bir kuru olması amansız  yaz sıcaklarının habercisi. Yolumuz uzayıp gider kıvrım kıvrım.  Akbel’ de Likya yolları levhaları önünde iniyoruz servislerimizden, Delikkemer levhası nı izliyor, Akdeniz’e  yöneliyoruz.
          Hava kapalı, esintili ; gökyüzü gri ; yeşiller koyu; manzara eşsiz… Çalılar arasında çiçekler içinde dizilmiş, boncuk olmuşuz Torosların bağrına… Likya Yollarına bin kez daha hayranız. Bu gün  de su kanalına, su kemerine  bin bir kez hayran kalıyoruz. Yolumuz asırlar öncesinin tekniği ile döşenmiş su kanalı ile kesişiyor yer yer.Kanal içinde yürüyoruz bazen. Kayalar özenle oyulmuş, taşlar özenle yerleştirilip sıvanmış ve yirmi iki kilometrelik bir su  yolu oluşturulmuş. Dağları düz eden asırlara meydan okuyan insan emeğiyle. Meyve molası için acele ediyoruz, molamız Delikkemer’de olacak. Sağ tarafımızda sera denizi Ova’nın. Sol tarafımız Akdenize uzanan makiler.
                 Birden uzanıyor özenle örülü taşları ile Delikkemer önümüzde. Suyu bir tepeden öbürüne taşıyan koca bir duvar. Başlangıçta beş yüz metre imiş. İki yüz elli metre kadarı ayakta şimdi. Yüz metrede de bir bölümü yıkılmış. Yıkıntısını fark ettirmeden yay gibi uzanmakta. Suyu taşıyan kanala şaşmamak elde değil. Yüzyıllar öncesinin tekniği ile koca kayalar ince ince işlenmiş, oyulmuş birbirini tamamlayan boru şekline getirilmiş. Özel tekniklerle de sıvanıp suyun akışı sağlanmış. Kaç deprem gördü, kaç sel suyuna meydan okudu, kaç savaş geçirdi? Koca  koca taş blokların işlenip yerleşmesinde kaç insan emeği, yüreği, canı var kimbilir.
“Patara antik kentinin su gereksinimini karşılayan ana kaynak günümüz Bodamya/İslamlar köyü sınırlarında yer almaktadır. Buradaki  kaynak sular , kemerler, pişmiş toprak su boruları, üstü taş örgülü ya da açık kanallardan oluşan 22.5 kilometrelik bir su yolu ile Patara’ya ulaştırılmıştır. Suyun kent içine  dağılımı özel yapılan Maslaklarla sağlanmıştır.”
            Tarihe yolculuk ederken molamız da tamamlanıyor. Ekibimiz toplanıp fotoğraf çekiliyor. An’ı kayıtlamamız gerekiyor. Yola koyuluyoruz tekrar. Yabancı konuklarımız da var yürüyüşçü..Likya yollarında her zaman yürüyüşçülerle karşılaşabilirsiniz. Kimi zaman tek tük, kimi zaman grup grup yabancılar yürüyor en çok. Bu da üzüyor doğal ki beni. Bu güzellikleri öncelikle güzel yurdum insanı yaşamalı. Şimdi ulaşım noktamız : Patara Antik Kenti.
           Hava serin, rüzgarlı; deniz köpüklü, çalkantılı. Yürüyüş keyifli. Patara kent kalıntıları başlıyor yavaş yavaş. Kent daha aşağılarda; deniz ötelerde. Dağ taş çiçekli. Azanlar sarı çiçeklerini yeşil meyvelere bırakmış. Dağlar açık yeşille azanları sergiliyor. Aralarda katırkuyrukları top sarılar. Yol kenarları mor çiçekleri ile kahve dikenleri dolu. Patara; Tiyatrosu, Meclis binası , Zafer Kemeri , Hamamı, Zafer Yolu , Hurmalığı ve mezarları  ile denizin koynunda. Restorasyon çalışmaları devam ediyor. Numaralandırılmış taşlar dizili meydanlarda.  Şimdi kalıntılar arasındayız. Hamza Bey topluyor bizi meclis binasına ve kent ile ilgili bilgi veriyor, Sağ olsun.      

“Patara bir Likya kentidir  Likya birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biri ve belki de en önemlisidir. Likya birliği toplantıları kentte bulunan birliğin meclis binasında yapılmaktaydı.
Hititçe'de Patar, Likya dilinde Pttara olarak anılan kentin MÖ 8. yüzyılda var olduğu yapılan kazılar sonucu ele geçen somut verilerle kesinleşmiştir . İskender'in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş ve Likya eyaletlerinin başkentliğini yapmıştır. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımıştır, Akdenizde bulunan üç hububat deposundan biri (Granarium) burada bulunmaktadır. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, hıristiyanlarca da önemli sayılmıştır. 400 metre genişliğinde ve 1600 metre derinliğindeki Patara limanının kumla dolmaya başlaması  Patara’nın giderek önemini yitirmesine neden olur. Rüzgarın savurduğu kumlar zamanla kenti de büyük ölçüde örter. Bugün kentte görülebilecek kalıntıların bir dabölümü kumlar altında. Ancak son yıllarda yapılan arkeolojik kazılarla kent, üzerini örten kumlarn arınmaya başlamıştır.
        Gelemiş köyünden 2 km sonra yol kenarında  kalıntıların en görkemlilerinden Roma Zafer Takı görülür. Zafer takı, M.S. 1. yüzyıl sonlarında yaptırılmıştır. Tepeye doğru  Bizans bazilikası ve kutsal alanlar bulunmaktadır. Tiyatro tepenin yamacındadır. Tiyatronun yaslandığı tepede büyük bir sarnıç ile bir anıt mezar bulunmaktadır. Eski liman şimdi sulak alan durumundadır.
           Patara Kazıları 1988-2008 yılları arasında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Prof. Dr. Fahri IŞIK, 2009 yılından itibaren de  Prof. Dr. Havva Işık başkanlığındaki bilimsel bir ekip tarafından sürdürülmektedir.
          
        Tiyatroda sesimizi kontrol ediyoruz. Kaç kişilik olduğunu tartışıyoruz.  Altı bin kişilik olması şaşırtmasın bizi. Meclis binası yine güzel yurdumun demokrasisini anımsatıyor. Demokrasiyi satılan seçmenlerle; çalınan sandıklarla, trafolara giren kedilerle yapılan seçimlerle yaşamaya çalışırken Likya Uygarlığının en önemli özelliklerinin bilinen ilk demokratik birlik olduklarını aklımız almıyor. Kimmiş Likyalılar:
 Kökenleri ve isimleri ilgili birden çok efsane var elbet. Hint-Avrupa kökenli bir dili konuştuklarından Asya kökenlioldukları,  Heredot kaynaklarından da Grek soylu olmayan Girit halkından olduklarını öğreniyoruz İ Ö  7. yy' ın ilk yarısında yerel bir krallık kurdular. Ancak esas akılda kalması gereken , tarihte bilinen ilk demokratik birlik olmalarıdır. Yönetimi hakkında edinilen bilgilere göre birlik önemli –önemsiz toplam 23 şehirden oluşuyor. Günümüze kadar da dayanabilmiş, en büyük altı şehir olan Xanthos, Patara, Pınara, Tlos, Myra ve Olympos ‘un 3’er oy hakkı bulunurken, daha önemsiz ve küçük şehirlerin 1 ya da 2 oy hakkı varmış.  Likyalılar  Antalya ve Fethiye arasında yayıldıkları bölgenin jeopolitik önemi- ve tabii eşsiz doğası ve farklı şehirlerden bir araya gelmiş olmalarına rağmen ortak bir kültür yaratmış ve var oldukları sürece bunu paylaşıp yaşatmışlardır.

       Zafer yolunda sütunlar rasındaki sular çekilmiş hemen hemen .  Geçen sene sular altında olan yol kupkuru. Bataklıkta sular azalmış. Koyunlar, kuzular, inekler seyirde. Bakalım  kuraklığı nasıl karşılayacağız?   Deniz fenerini de görüyor, tepeden denizi ve korsan gemilerini gözetliyoruz. Zihnimiz mutlu, gönlümüz dolu, ayaklarımız sızılı inceden inceye. Hurmalık ayrı bir gizemli. Zafer Takı’nda servislerdeyiz artık. Yağmur da başlıyor çisil çisil. Yollar, bağlar, bahçeler arınıyor tüm tozlarından. On sekiz kilometre yürümüşüz bu gün. Bir de türkü tutturabildik mi , keyfimiz tamam demektir.Atiye KAÇAR

6 Mayıs 2014 Salı

YAYLA GÖÇ YOLLARI
(13 NİSAN- KARABEL, KARABEL YAYLASI, KÜRDÜK YOL KAVŞAĞI- 15 km)
Telmessos Dağcıları yayla yollarında bu pazar. İki servisle çıkıyoruz yola. Yolumuz uzun. Seydikemer’den sonra yükselmeye başlıyor, 1300 metre Karabel’de iniyoruz servislerimizden. Zirvede olmak güzel duygu. Sağa sapıyor, beli oluşturan dağların zirvesine yöneliyoruz. Ardıçlar kokulu kokulu. Yerler aralık...larla çimenli, yeşiller arasında çeşit çeşit çoğunlukla mor çiçekler.”Bizim yaylalarımız mor mor çiçekli/ Yaylalar ooy!”Toprak nemli, sevindirici ; kuraklık ürpertici.
KarabeL dağının kuzeyinde tırmanıştayız. Antalya yolu uzanmakta çamlar arasında aşağılarda. Bin beş yüz metrelerde birinci tepeyi aşıyoruz. Yükseldikçe şekil bozukluğu ile dikkati çeken baraj gölü de ortaya çıkıyor. Köyler uzanıyor dağ eteklerinde, tepecikler arasında. Zorban, Kınık, Yayla Dont, Seki, Ceylan,Temel, İncealiler, Belarası…
Uçaktan yeryüzünü seyretmek büyük keyiftir benim için. En çok da doğal göller dikkatimi çeker düzgün, yumuşak çizgileri ile. Hoş bir yuvarlaklık vardır, estetiktirler. Hele de krater gölleri tamamen yusyuvarlaktır. HES’ler arttıkça göllerimiz de çoğaldı(!), şekilleri bozuldu. Önü bir barajla kesilen sularımız ovaları kaplıyor, dağlara tırmanmaya çalışıyor, tepeciklerin arasına sokuluyor, zikzaklar çiziyor. Artık keskin çizgilerle karadan ayrılan şekli bozuk göllerimiz var. Üstelik şekil de değiştiriyorlar. Suların coşkun olduğu mevsimlerde sınırlarını genişletiyorlar, ekili alanlara saldırıyorlar. Kurudukça sınırlarını gerilere çekiyor, büzülüyorlar.
Yayla Patlangıç’taki baraj gölümüz de uzanmış ova boyunca. Suyun güzelliği, azizliği, bereketi, enginliği , maviliği büyülüyor yine de gözlerimizi. Gönlümüz açılıyor suyu görünce. Bu ovanın yemyeşil ekinlerle dolu olması daha da mutlu ederdi bizi.
Yürüyoruz, rehberimiz isteklilerin zirveye tırmanabileceğini söylüyor. On bir kişi ayrılıyoruz. Şimdi bir süreliğine rehberimiz Vedat Bey, ARGE ekibinden. Bu parkuru da ARGE ekibimizin belirledi.
Bin altı yüz metreden devam ediyoruz tırmanmaya. Kayalar, ardıçlar arasında kaldık. Yükseldikçe biz ardıçlar da büyüyor. Asırlık ardıçlarımızın bazıları dayanamamış koşullara. Yaprakları kuruyanlar var balık kılçığı ak dallarıyla. Yıldırım düştüğünü söylüyoruz. Karşımızda başı karlı Akdağ. Sanki aynı yükseklikteyiz.
Yayla köylerinde evler daha seyrekti. Yaylacılık da gözde artık. Yapılaşma buralarda da çoğalıyor. Urluca dolmuş yapılarla. Güzelim Seki Ovası’nda da evler dizili yol boyunca. Ekilebilecek tarlalarımız azalıyor her geçen gün.
Bin yedi yüz metrelerde sedir ağaçlarının da üzerindeyiz. Güneşe yakın, prıl pırıl bir gökyüzü. Akdağ’daki sineği görebileceğiz , öylesine berrak hava , öyle canlı renkler.Ufkumuz geniş, bulutlardayız.

İnişe geçtik ve ekibimizle buluştuk. Vedat Bey iki hafta önce topraktan yeni kurtulmuş yavruağzı filizleri ile bir bitki gösteriyor , fotoğraflarından. Tam bu noktada çekmiş. Şimdi tomurcuklanan gülleri ile daha çok ilk kez gördüğümüz bu çiçekler. Az daha iniyoruz ve gülleri görüyoruz. Üç sene önce Göcek’te görmüştüm “ayı gülü “ adıyla biliyordum. Şakayıklar bunlar. Ne kadar çok öbek öbek. Yurdumun eşsiz güzellikleri…
Patikayı bitiriyoruz, orman yoluna düşüyoruz. Orman yolu yörük yolu, göç yolu ile birleşmiş yer yer. Şimdi deve katarları, keçi-koyun sürüleri, yüklü katırları, sarıklı adamları, başı çetkili kadınlerı, saçı-başı dağınık kara kara çocukları ile göç kafilesi hayalliyorum. Löngür löngür çan sesleri kulağımda. Elli yaş üstü köyde yaşayanlarımız mutlak bir göç yaşamıştır. Ben de mayıs ve eylül aylarında kaç kez tanık oldum bu katarlara. Ardıçlar, kuş sesleri, orman esintisi… Yayla türküleri coşturuyor kulaklarda sipsi ezgileri ile.
Kıvrıla döne inişteyiz şimdi. Ardıçların ve sedirlerin büyülü havası yerini çam ormanlarına bırakıyor. Mermer ocakları karşılıyor dim dik kesilen yamaçlarla. Koca koca küpler kesilmiş nakliye bekliyor. Her biri otuz-kırk tonluk küpler.işlenmeye gidiyor. Bir çalışanla karşılaşıyorum, dört beş mermer ocağı varmış. Dağlarımızın böğrü (göğsü) deşiliyor.seçim yapmalıyız. Doğru kullanılırsa kaynaklarımızın bize yeteceğinden eminim. Yağma ve talan beni kızdıran.
Mermer ocaklarını da bırakıyor, göç yolundan devam ediyoruz. Çok yorulduk da farkında değiliz. Çık, in onbeş km. yol yürüdüğümüz. Sonunda Avlan yaylasından inen yola kavuşuyoruz. Bir sevinç, asfaltta araba sesleri de duyuluyor. Kürdük yol kavşağı. Anayola doğruluyoruz. Bizi her zaman sulu olmasına alıştığımız dere karşılıyor kupkuru yatağı ve yaşlı sarnıcıyla. Sarıncın yıllara meydan okuyan duvarları yaşlandığını söylüyor. Servislerimiz gelmiş, Naldöken çeşmesinin önünde.
Naldöken çeşmesi alafına(yalak) süresiz dolduruyor serin sularını. Çobanlar, yolcular, sahilin sıcağından kaçanlar avuç avuç çarpsınlar yüzlerine ve derinden bir oh çeksinler.Alaftan da hayvanlar su içecek. Çınarlar altında küçük bir de köşk var, biraz uzanıp yayla serinliğini hücrelerimize de dolduralım diye.
Yayla yolundan iniş ören çayı seyriyledir. Koca dağların dibinden koca ovayı böler gelir, uzanır Akdeniz’e doğru.öbek öbek evlerini toplar kıvrım kıvrım kenarlarında sahil köylerinin. Fethiye’ye yarı uykulu iniyoruz.
Telmessos Dağcılık rehberimiz Yusuf Çilengir ve ARGE ekibinin ayaklarına, yüreklerine , emeklerine sağlık. Atiye KAÇAR
AKDENİZ MAKİLERİ
LİKYA YOLU; YEDİBURUNLAR ,GEY mah.,BEL,SIDYMA , DODURGA KÖYÜ parkuru.12km.
Saat 8.30’da toplanılıyor Fethiye Kaymakamlığı önünde. Çok özledik yürüyüşü, Seçimler bir pazarımızı aldı, on beş günlük özlemle kucaklaşıyoruz. Rehberimiz Yusuf Çilengir ayarlıyor servisleri, çıkılıyor yola . Eşen yolundayız. Karamersin’den Bozyer yoluna dönüyoruz. Köy içinde bahar yerini erke...nden yaza bırakacak. Ağaçlar meyveye dönmüş, filiz yeşili ile sıra sıra bahçelerde.
Domuz ovası top top meşeleri ile çıkıyor karşımıza. Asırlık meşeler yaşama tutunma gücü depreştiriyor. Meşeleri koruyalım. Kışın mor top olan meşeler yeşermekte kara koca gövdeleri ve göklere uzanan kara dallarıyla. Her birinde salıncak kuracak bir dal seçiyorum. Urganla attığım salıncakta daldan dala uçarken düşlüyorum kendimi.
Alaçat, Kababağaç çiftçileri kavun ve pılıngırları ekmiş. Sıra sıra çıkmış fasulyelerin otlarını çapalamakta birkaç kadın. Uzaktan selamlıyorum, seviniyorum ekili alanları görünce. Yaylalarda, köylerde ekili alan azaldı büsbütün. Çiftçilik de bitiyor, bağımlılığımız artıyor. Köylerimiz, köylülerimiz de hazır yiyici bir toplum oluyor, köleleşmeye mahkum olduğunu fark edemiyor.
Eşen yoluna giriyor, Sidyma yönüne dönüyoruz. . Dereboğazı, Boğaziçi ve Avlan Mahallelerini geçiyoruz. Dağlarda makiler, daha yükseklerde sandallar var. Makilerle deniz çıkıyor karşımıza, engin Akdeniz. Sunay Akın’ın sözleri düşüyor usuma:
Makiler
Bir an önce görülsün
diye Akdeniz
Toroslar'da ağaçlar
hep çocuk
kalır


Torosların batı ucu, dağlar makilerle, deniz apaçık ortada. Tepeler, tepelerin ardı bile ortada. Burunlar dantellemiş kıyıları.Yedi burun var burada denize uzanan tepeleriyle.
Ölüdeniz ile Patara arasında kalan Yediburunlar eski dönemlerde Hiera Akra( Kutsal Burun) adıyla anılıyor ve Yediburun başı, Kötü, Sancak, İnkaklık, Yassı, Kılıç ve Zeytin burunlarından oluşuyor. Karaya doğru dik inen, hemen yükselerek tepelere ve dağlara dönüşen burunlar arasında, pek çok koy bulunmakta. Sahillerine karadan sadece yürünerek inilebilen bu koylar betondan uzak tüm doğallığı ile saklanmakta . Doğayla tarihin iç içe olduğu bölgede antik kentler de var. Sidyma, Sancaklık Limanı'ndaki Kalabantia ve Gavurağılındaki on bir burçlu Pydnai zengin kalıntılar içeriyor. Yediburunlar Mahallesinin ucundaki burunda bir deniz feneri yer alıyor. Sancak Dağı'nın gölgesindeki Zeytin Burnu'yla son bulan Yediburunlar Patara Plajı'ndan Özlen Çayıyla ayrılıyor. Kirme köyünden başlayan toprak yol da takip edilerek Karaağaç, Alınca, Boğaziçi, Yediburunlar, Bel ve Karadere üzerinden Patara'ya geçiş yapılabilirmiş ancak arabanıza güvenmeniz gerekir.
Yediburunlarda servislerden iniyor, tarlaların arasına dalıyoruz. Likya yolları tabelalarla izlenebiliyor. Tarlalar sulanmışsa yeşil; ancak su yok bu sene toprakta. Güdük kalmış papatyalar, laleler. Kuraklık iyiden iyiye hissediliyor. Geçen seneki otları ve papatyaları arıyor gözlerimiz. Geçen sene 31 Martta buraları, diz boyu otlar içinde yürümüştük. Yok şimdi otlarda öyle bir coşku. Renk renk çiçekler yine kendilerini gösterme sevdasında. Küçük olsalar da, güdük olsalar da çabaları yaşamdan yana. Yine de bir taç yapıyoruz çayır papatyalarından. Kır papatyaları taç yapacak kadar güçlü değiller bu sene.
Tarlalar bitiyor, dağlara başlıyoruz. Sol yanımız makileri ile dağlar; sağ tarafımız tepeler arasından sıyrılıp enginlere açılan Akdeniz. Patikamız yamaçta. Deniz aşağıda. Toprak kuru, taşlar oynak önümüzde. Grubumuz seri yürüyor. Kırkayak olduk patikada. Denize bakamıyoruz, düşmek korkusuyla gözlerimiz önümüze çakılı. Deniz mavi mavi çağırıyor. Denize girmemize az kaldı. Baharı görmeden yazın sıcağında kavrulacağa benzeriz.
Kıvrım kıvrım aşacağız önümüzdeki dağı, Bel mahallesine ulaşacağız. Öğle yemeği molamız Bel Mahallesinde. Geçen sene yatıp yuvarlandığımız papatyalar, otlar yok; hatta kurumaya yüz tutmuş otlar. Toprak kuru, kupkuru. Yemek molasını Sidyma yolunda bir alan var papatyalı, orada vereceğiz. Daha altı kilometre yolumuz olduğunu öğreniyoruz yol tabelalarından.
Tanrım halkımız ne kadar çalışkan. Makiler arasında dağları set set düzletmişler, dikmişler zeytin fidanlarını; fidanlar ağaca dönmüş. Geçen sene her set ekili idi. Şimdi uzakta ekili setler var yeşil yeşil; uzak doğunun pirinç terasları edasıyla sıra sıra setler. Bir de sipsivri tepesi Bel Mahallesinin dikilmekte karşımızda. Köydeki teyzelerle de söyleşiyoruz. Çağlalar olmuş badem ağaçlarında. İkram ediyorlar bize. Dalından çağla yemenin keyfi daha bir başka.
Dodurga yolunda yine geçen sene yeşil , yemyeşil yosunlu kayaları ile yürüdüğümüz yolumuz ürpertiyor içimizi. Şimdi pörsümüş, kuru yosunlar yaz mevsiminde sayıyorlar kendilerini. Yol kenarında yine geçen sene yeşillikler içinde yatıp yuvarlandığımız “Dodurga spor tesisleri” - futbol sahası- yer yer kurumaya yüz tutmuş çayırları ile bekliyor oyuncularını. Belli ki çok uğrayanı yok.
Dodurga köyündeyiz. Evlere dalıyoruz. Ünlü Dodurga Kilimi dokunuyor tezgahlarda. İpler boyanmış, asılmış çitlerde. Kök boya değil artık kilimler. Muhtar amcamız demlemiş yorgunluk çaylarımızı. Hemen bir mola verip antik kent kalıntılarını gezeceğiz.
Sydma’da , Roma Döneminden günümüze ulaşan tapınak, stoa, tiyatro, hamam, kilise ve gözetleme kulesinin kalıntıları görülebiliyor. Tarihsel kaynaklarda kentin kuruluşuna ilişkin kesin bilgiler yok. Neredeyse tamamı yıkılmış olan tiyatronun 1.600 kişilik olarak belirtilen kapasitesi, kentin Roma döneminde küçük ölçekli bir yerleşim olduğuna ait bir fikir veriyor. Nitekim kent İ.Ö.168/67 deki Likya Birliğini oluşturan 23 kentin içinde yer alıyor. Günümüzde Dodurga köylüleri ile iç içe yaşayan bir antik kentimiz olmuş. Evlerin önünde taştan yapılan zeytinyağı sıkma değirmenleri yanında kabartmalı bir taş görüyoruz. Bir sütun bahçede samanlık duvarı içinde kalıvermiş. Bir lahit keçi ağılı oluvermiş. Köyün bahçeleri tarlaları anıt mezarlar, hamam ve diğer yapılar arasında kalıyor. Dere içinde ilerleyen antik kent yolunun defne ağaçları ve yol üzerindeki asırlık meşe ağacı büyülüyor bizi. Meydanda kent kalıntılar arasında oturuyoruz. Bizim Sami Sit alanının böyle köy içinde kalışına, kalıntıların normal yapı taşı muamelesi görmesine şaşkın. Köylülerin farkında olmadan suç işlediklerini söylüyor durmadan. Burada köylülerin tapuları yok. Herkes sit alanında “ecr-i misil” ödeyerek mutlu mesut(!) oturuyor. Kültür bakanlığımız da biliyordur bu durumu.
Antik kent kalıntıları arasında dolaşırken tarih bilincimizi de sorguluyoruz. Hele merkezdeki köy camisinin duvarlarına örülen taşlar şaşkınlığımızı bir kat daha arttırıyor.
Dönüşümüz daha hızlı oluyor ya da bize öyle geliyor.
LİKYA UYGARLIĞI -PATARA
(Akbel- Delikkemer- Patara parkuru. Likya yolu)   
       Telmessos Dağcılık yürüyüşçüleriyiz. Bu pazar erken düşmeliyiz yollara: tarihi , denizi, yeşili bir arada yaşayacağız, yolumuz uzun. Heyecanlıyım yine her zamankinden daha çok. İki haftadır uzak kalmışım dağlarımdan, grubumdan; daha bir kıpır kıpır içim.
           Gençleri görmek de katlıyor keyfimi. Erken tanıştıkları için doğa ile, kıskanıyorum  onları… İyi ki aramızdasınız Gözde, Burçin, Eren … Ne güzel ettiler değil mi Nuray… Üç servisle yollardayız. Sayıları tutturdu sanırım rehberimiz…
            Geçen sene  mart ayının sonunda Patara’daydık. Azanlarla sapsarıydı dağ taş. Bu sene nasıl bir renk bekliyor bizi?  Makiler büyülü  Akdeniz’e  nasıl uzanıyor Torosların batı ucundan? Hani biz denizi görelim diye bodur kalmıştı ya çalılar…
         Antalya yolundayız. Seydikemer’i geride bırakıp sahil youna dönüyoruz.  Alaçat’ı geçiyoruz. Mevsim yaza dönmüş, tarlalarda hasat başlamış. Hayvan yemi olmak üzere ekilen yulaf, arpa ve fiğler biçilmekte. Seralar da aralanan camlarından domateslerini gösteriyor kırmızı kırmızı. Toprağın daha bir kuru olması amansız  yaz sıcaklarının habercisi. Yolumuz uzayıp gider kıvrım kıvrım.  Akbel’ de Likya yolları levhaları önünde iniyoruz servislerimizden, Delikkemer levhası nı izliyor, Akdeniz’e  yöneliyoruz.
          Hava kapalı, esintili ; gökyüzü gri ; yeşiller koyu; manzara eşsiz… Çalılar arasında çiçekler içinde dizilmiş, boncuk olmuşuz Torosların bağrına… Likya Yollarına bin kez daha hayranız. Bu gün  de su kanalına, su kemerine  bin bir kez hayran kalıyoruz. Yolumuz asırlar öncesinin tekniği ile döşenmiş su kanalı ile kesişiyor yer yer.Kanal içinde yürüyoruz bazen. Kayalar özenle oyulmuş, taşlar özenle yerleştirilip sıvanmış ve yirmi iki kilometrelik bir su  yolu oluşturulmuş. Dağları düz eden asırlara meydan okuyan insan emeğiyle. Meyve molası için acele ediyoruz, molamız Delikkemer’de olacak. Sağ tarafımızda sera denizi Ova’nın. Sol tarafımız Akdenize uzanan makiler.
                 Birden uzanıyor özenle örülü taşları ile Delikkemer önümüzde. Suyu bir tepeden öbürüne taşıyan koca bir duvar. Başlangıçta beş yüz metre imiş. İki yüz elli metre kadarı ayakta şimdi. Yüz metrede de bir bölümü yıkılmış. Yıkıntısını fark ettirmeden yay gibi uzanmakta. Suyu taşıyan kanala şaşmamak elde değil. Yüzyıllar öncesinin tekniği ile koca kayalar ince ince işlenmiş, oyulmuş birbirini tamamlayan boru şekline getirilmiş. Özel tekniklerle de sıvanıp suyun akışı sağlanmış. Kaç deprem gördü, kaç sel suyuna meydan okudu, kaç savaş geçirdi? Koca  koca taş blokların işlenip yerleşmesinde kaç insan emeği, yüreği, canı var kimbilir.
“Patara antik kentinin su gereksinimini karşılayan ana kaynak günümüz Bodamya/İslamlar köyü sınırlarında yer almaktadır. Buradaki  kaynak sular , kemerler, pişmiş toprak su boruları, üstü taş örgülü ya da açık kanallardan oluşan 22.5 kilometrelik bir su yolu ile Patara’ya ulaştırılmıştır. Suyun kent içine  dağılımı özel yapılan Maslaklarla sağlanmıştır.”
            Tarihe yolculuk ederken molamız da tamamlanıyor. Ekibimiz toplanıp fotoğraf çekiliyor. An’ı kayıtlamamız gerekiyor. Yola koyuluyoruz tekrar. Yabancı konuklarımız da var yürüyüşçü..Likya yollarında her zaman yürüyüşçülerle karşılaşabilirsiniz. Kimi zaman tek tük, kimi zaman grup grup yabancılar yürüyor en çok. Bu da üzüyor doğal ki beni. Bu güzellikleri öncelikle güzel yurdum insanı yaşamalı. Şimdi ulaşım noktamız : Patara Antik Kenti.
           Hava serin, rüzgarlı; deniz köpüklü, çalkantılı. Yürüyüş keyifli. Patara kent kalıntıları başlıyor yavaş yavaş. Kent daha aşağılarda; deniz ötelerde. Dağ taş çiçekli. Azanlar sarı çiçeklerini yeşil meyvelere bırakmış. Dağlar açık yeşille azanları sergiliyor. Aralarda katırkuyrukları top sarılar. Yol kenarları mor çiçekleri ile kahve dikenleri dolu. Patara; Tiyatrosu, Meclis binası , Zafer Kemeri , Hamamı, Zafer Yolu , Hurmalığı ve mezarları  ile denizin koynunda. Restorasyon çalışmaları devam ediyor. Numaralandırılmış taşlar dizili meydanlarda.  Şimdi kalıntılar arasındayız. Hamza Bey topluyor bizi meclis binasına ve kent ile ilgili bilgi veriyor, Sağ olsun.      

“Patara bir Likya kentidir  Likya birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biri ve belki de en önemlisidir. Likya birliği toplantıları kentte bulunan birliğin meclis binasında yapılmaktaydı.
Hititçe'de Patar, Likya dilinde Pttara olarak anılan kentin MÖ 8. yüzyılda var olduğu yapılan kazılar sonucu ele geçen somut verilerle kesinleşmiştir . İskender'in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş ve Likya eyaletlerinin başkentliğini yapmıştır. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımıştır, Akdenizde bulunan üç hububat deposundan biri (Granarium) burada bulunmaktadır. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, hıristiyanlarca da önemli sayılmıştır. 400 metre genişliğinde ve 1600 metre derinliğindeki Patara limanının kumla dolmaya başlaması  Patara’nın giderek önemini yitirmesine neden olur. Rüzgarın savurduğu kumlar zamanla kenti de büyük ölçüde örter. Bugün kentte görülebilecek kalıntıların bir dabölümü kumlar altında. Ancak son yıllarda yapılan arkeolojik kazılarla kent, üzerini örten kumlarn arınmaya başlamıştır.
        Gelemiş köyünden 2 km sonra yol kenarında  kalıntıların en görkemlilerinden Roma Zafer Takı görülür. Zafer takı, M.S. 1. yüzyıl sonlarında yaptırılmıştır. Tepeye doğru  Bizans bazilikası ve kutsal alanlar bulunmaktadır. Tiyatro tepenin yamacındadır. Tiyatronun yaslandığı tepede büyük bir sarnıç ile bir anıt mezar bulunmaktadır. Eski liman şimdi sulak alan durumundadır.
           Patara Kazıları 1988-2008 yılları arasında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Prof. Dr. Fahri IŞIK, 2009 yılından itibaren de  Prof. Dr. Havva Işık başkanlığındaki bilimsel bir ekip tarafından sürdürülmektedir.
          
        Tiyatroda sesimizi kontrol ediyoruz. Kaç kişilik olduğunu tartışıyoruz.  Altı bin kişilik olması şaşırtmasın bizi. Meclis binası yine güzel yurdumun demokrasisini anımsatıyor. Demokrasiyi satılan seçmenlerle; çalınan sandıklarla, trafolara giren kedilerle yapılan seçimlerle yaşamaya çalışırken Likya Uygarlığının en önemli özelliklerinin bilinen ilk demokratik birlik olduklarını aklımız almıyor. Kimmiş Likyalılar:
 Kökenleri ve isimleri ilgili birden çok efsane var elbet. Hint-Avrupa kökenli bir dili konuştuklarından Asya kökenlioldukları,  Heredot kaynaklarından da Grek soylu olmayan Girit halkından olduklarını öğreniyoruz İ Ö  7. yy' ın ilk yarısında yerel bir krallık kurdular. Ancak esas akılda kalması gereken , tarihte bilinen ilk demokratik birlik olmalarıdır. Yönetimi hakkında edinilen bilgilere göre birlik önemli –önemsiz toplam 23 şehirden oluşuyor. Günümüze kadar da dayanabilmiş, en büyük altı şehir olan Xanthos, Patara, Pınara, Tlos, Myra ve Olympos ‘un 3’er oy hakkı bulunurken, daha önemsiz ve küçük şehirlerin 1 ya da 2 oy hakkı varmış.  Likyalılar  Antalya ve Fethiye arasında yayıldıkları bölgenin jeopolitik önemi- ve tabii eşsiz doğası ve farklı şehirlerden bir araya gelmiş olmalarına rağmen ortak bir kültür yaratmış ve var oldukları sürece bunu paylaşıp yaşatmışlardır.

       Zafer yolunda sütunlar rasındaki sular çekilmiş hemen hemen .  Geçen sene sular altında olan yol kupkuru. Bataklıkta sular azalmış. Koyunlar, kuzular, inekler seyirde. Bakalım  kuraklığı nasıl karşılayacağız?   Deniz fenerini de görüyor, tepeden denizi ve korsan gemilerini gözetliyoruz. Zihnimiz mutlu, gönlümüz dolu, ayaklarımız sızılı inceden inceye. Hurmalık ayrı bir gizemli. Zafer Takı’nda servislerdeyiz artık. Yağmur da başlıyor çisil çisil. Yollar, bağlar, bahçeler arınıyor tüm tozlarından. On sekiz kilometre yürümüşüz bu gün. Bir de türkü tutturabildik mi , keyfimiz tamam demektir.Atiye KAÇAR